http://www.fatih-alparslan34.tr.gg

TÜRKÇÜLÜK VE ZİYA GÖKALP



TÜRKÇÜLÜK VE ZİYA GÖKALP 

https://bitikname.wordpress.com/tag/kurtculugun-esaslari/

Göktürk Ömer Çakır

“Ziya Gökalp’in gençliğinde tanıştığı Abdullah Cevdet sayesinde ulusçu bir düşünceye eğilim göstererek yıllarını verdiği ilk kitabının adını öğrenmek istemez misiniz: Kürtçülüğün Esasları ve Kürt Lugatı. Eğer birileri yerinden etmemişse, bu eserin Ziya Gökalp’in el yazısıyla olan aslı şu an Sinop Dr. Rıza Nur Kütüphanesi’nde olması gerekiyor.”

Ziya Gökalp’ın Türkçü olmadan evvel Kürtçü olduğu; fakat bu tutmayınca Türkçülüğün ideoloğu kesilerek ümmeti böldüğü, dolayısıyla asıl gâyenin buna mâtuf olduğu yönünde senelerdir ağızlara sakız yapılan bir numaralı İslâmcı palavrası budur. Yukarıdaki satırlar bu palavrayı ciddî ciddî anlatan Mustafa İslamoğlu adlı şahsa âit… İslâmoğlu’nun 11.06.1999’da kaleme aldığı “Ziya Gökalp’ın Kitabına Ne Oldu?” başlıklı yazısından alıntılamaya devam edelim:

“…birçoğumuza zamanında üstadlık yapmış olan bir büyüğümüzün 70’li yıllarda kaleme aldığı bir eser için bu kitaba müracaat ettiğini ve kitabı bizzat yerinde görüp alıntılar yaptığını biliyordum. Kitabın varlığından emindim emin olmasına da, içime bir kurt düşmüştü: Geçenki yazıda dile getirdiğim “eğer birileri yerinden etmemişse” endişemde, haklı mı çıkmıştım yoksa?”

“Yaptığım kısa bir araştırma sonucunda endişemde haklı olduğumu anladım; kitap yerinde yoktu. Beni bir merak sardı; bu kitaba ne olmuştu? Eser, siyasal ve tarihi açıdan sıradan bir eser değildi; resmi ideolojinin yarı resmi ideoloğu sayılan bir şahsa aitti ve böyle bir eserin varlığı “Atatürk milliyetçiliği” tezinin ne kadar naiv temeller üzerine bina edildiğini gösterirdi. Gökalp’in el yazısıyla yazılmış olan bu eserin bilinen ikinci bir nüshası da yoktu. İşin kötüsü, bilgisine başvurduğunuz alt kademeden memurlar, bilgi vermekten çekiniyorlardı. Araştırmamızın sonunda, kitabın adına kütüphane kayıtlarında ulaşabilmiştik. Evet, Gökalp’in kitabı on yıllardan beri kütüphanedeki yerinde himmetlisini beklemişti. Fakat, bir gün gelmiş kitap, acele olarak “çok özel” bir emirle Ankara’dan istenmiş ve kitap ‘Ankara’ya gönderilmişti.”

İslamoğlu’na şunları sormak isterdim: Bu kitaptan alıntılar yapan “büyüğü” kimdir? Bu kitaptan alıntılar yaparak yazdığı kitabın adı nedir? Bunları, iddiasını sağlamlaştırmak için referans olarak kullanıp kaydetse, yapılan alıntılar hakkında bizi aydınlatsa şüphesiz daha inandırıcı bir iş yapmış olmaz mıydı? Fakat olmayan şeylerin adını vermek, yapılan atıfları göstermek herhâlde İslamoğlu’nun bile erişemeyeceği düzeyde bir sahtekârlık olacağı için bundan imtinâ edip meseleyi bir müphemlik bulutuyla örterek anlatmayı tercih etmiş. İnsan okurken kendisini bir Tenten hikâyesinin içinde hissediyor. Hadi ona da biz ad koyalım: “Kayıp Kitabın Esrârı. Tenten Sinop’ta.” Hele “Acep bu kitabın başına bir iş gelir mi?” kaygısını duyduğunu ve sonra da ferâset sâhibi bir veli kul gibi bu kaygısında nasıl da haklı çıktığını kitabın gerçekten de gizlendiğini öğrendiği zaman anlaması İslamoğlu’nun bir târihsel metin araştırmacısı değil bilim kurgu yazarı olmaya daha yakın istidâdını takdir etmemizi sağladı. Bu ne ilme, ne ilmî metodolojiye sığan bir deli saçmasıdır. Bakın, Gökalp’ın kariyeri pek çok bilim adamı tarafından ele alınmıştır ve hayatının her dönemi, yazdıkları, çizdikleri gün gibi ortadadır. Bu kariyerin içi, İslamoğlu’nun dediği gibi bir Kürtçülük gayreti ile de kirlenmemiştir.

Evet, Sinop’ta Dr. Rıza Nur Kütüphanesinde Gökalp’ın el yazısıyla kayıtlı bir kitap bulunmaktadır; fakat bu kitap sonraları neşredilen ve İslamoğlu’nun pek de alışık olmadığı ilmî yöntemlerle yazılmış, yine Kürtler üzerine bir çalışmadır: “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler.” Bu inceleme Dr. Rıza Nur’un Maarif Vekilliği zamanında Ziya Beyden hâtırâtında ifâde ettiği şu kaygılar dolayısıyla ilmî bir rapor istemesi sonucunda ortaya çıktı:

“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar. Bunları temsil etmek lâzım. Tetkikata başladım. Temsil usullerine dair kitaplar getirttim. Kürtler hakkında kitaplar buldurdum. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’e de para yollayıp kürtlerin coğrafî, lisanî, kavmî, içtimaî ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın bir Makedonya olmadan, kökünden mes’elenin halli idi.”[1]

İşte bugün Rıza Nur’un vakfettiği kütüphanede olan el yazısı çalışma budur. Eğer Ziya Gökalp’ın “Kürtçülüğün Esasları” adında Kürt milliyetçiliğinin ilkelerini va’z eden bir kitabı olsaydı ve bunun el yazısı nüshası Dr. Rıza Nur’un eline geçseydi hiç şüphe yok ki Rıza Nur, ipliğini pazara serdiği onca insanın arasına Ziya Gökalp’ı da dâhil etmekten kaçınmazdı. Gökalp’ın bu incelemesi, yayını yapan Şevket Beysanoğlu’ndan öğrendiğimize göre sadece Rıza Nur’a verilmemiş. Bu tetkik dört nüshadır. Bunlardan birisi Atatürk’e gönderilmiş, o da bu nüshayı çalışmalarında faydalansın diye 1937’de Hasan Reşit Tankut’a hediye etmiştir. Dr. Rıza Nur’a gönderilen nüsha da hâlâ Sinop’taki Dr. Rıza Nur İl Halk Kütüphanesinde merhum Türkçünün şahsî kitapları içinde 3343 nu. İle mukayyettir. Üçüncü nüsha Baha Said’e verilmiş ve bu nüsha Şevket Beysanoğlu’na intikâl etmiştir. Son nüsha ise Ziya Gökalp’ın vârisleri tarafından Türk Tarih Kurumuna satılan felsefe ders notları arasındaki epey eksik bir yazma imiş. Eserin ilk bölümü, Gökalp hayattayken, Sinop Gazetesinde neşredilmiş; fakat tamamının – yine bazı eksiklerle – derlenip neşredilmesi büyük Türkçünün ölümünden çok seneler sonra gerçekleşebilmiştir[2].

Bu vesileyle şunu da söylemek isterim: Duyduğum kadarıyla Mustafa İslamoğlu Kur’an çalışmalarına kendisini hasretmeden önce İncil hakkında teolojik tetkiklerden oluşan bir çalışmanın müellifiymiş. Fakat sonra Müslüman memleketinde Hıristiyan ilâhiyatına dâir incelemelerin pek tutmayacağını, ayrıca misyonerlik faaliyetlerinin insanı canından dahi edebilecek türlü tehlikelerle dolu olduğunu görünce bu çalışmalarını bir arkadaşına verip kendisini İslam ilâhiyatına adamış. Bir arkadaşım bahsetmişti, hatta Batıda bu eşsiz el yazması notlardan istifâde eden pek çok teolog olduğu ve kimi piskoposların burada vuzuha kavuşturulan meseleleri İslamoğlu’nun adını vermeden intihal ederek mesleklerinde yükseldikleri bile vâkiymiş. Ne yaptıysam bu notlara bir türlü ulaşamadım. Takdir işte… Birileri bunların açığa çıkmasından rahatsızlık duymuş olacak ki ödünsüz bir şekilde saklamışlar… Ben arkadaşıma güveniyorum. Sanırım İslamoğlu önceden papazlığa merak salmıştı. Neyse, şimdiki yolu daha münasip. Hayırlı olsun…

Efendim? Saçmalık mı demiştiniz? İşte saçmalığın boyutu bu!…

Daha ötesi de var. “Sahte Kahramanlar” adlı eserinde Ziya Gökalp’ın, son anlarında Allah’a en galiz küfürleri ede ede öldüğü iftirâsını atan Necip Fazıl’dan, Abdurrahman Dilipak’a, Sadık Albayrak’tan, Mehmet Şevket Eygi’ye, Ertuğrul Düzdağ’dan günümüzün sergerdelerine dek türlü saçmalıkları tekrar eden onca insan var ki! Nitekim bunların meyânında Abdurrahman Dilipak da Vakit Gazetesinde 16 Kasım 2007’de yayınlanan yazısında Sovyet kolhozu ile, Balkanlardaki Yahudi kibutzlarından yola çıkarak Kürt Milliyetçiliğinin Esaslarını yazmak için, daha sonra İsrail için cemaat sosyolojisinin esin kaynağı olan Emil Durkhaim’in sosyolojik tahlillerinden yola koyulan Ziya Gökalp, Rıza Nur’un tehdit ve şantajları ile “Türk Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazdı.. Gökalp’in “Ulus” tanımını Gaspralı İsmail’den alıp, 3 Tarzı Siyaset adı altında İstanbul’da tartışmaya başlayan Yusuf Akçuralı’nın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde özetlenecek programını “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” diye yeniden yapılandırıldı.” diyerek tek bir paragrafta neredeyse hatasız tek satır yazamadan Gökalp’ı yaftalayıp İslâmcı cehâletin çukuruna yuvarlanmıştır. Daha önceki veya sonraki yazılarında da benzer hataları severek tekrarlayan ve ne yazık ki medyanın İslâmcı cenahın entelektüeli diye tanımladığı Dilipak’ın şu yanlışlarının hangisini düzelterek başlayacağımızı şaşırıyoruz.

1. Dilipak’a göre Gökalp “Kürt Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazmak üzere yola koyulmuş. Herhâlde kastettiği kitap, İslamoğlu’nun da bahsettiği muhayyel “Kürtçülüğün Esasları.” Yalnız Dilipak’tan anladığımız kadarıyla Gökalp bunu yazmaya koyulmuş; fakat yazamamış. Ne olmuş da yazamamış? Rıza Nur kendisini tehdit etmiş ve “Türk Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazmak zorunda kalmış. İnsanın şu satırları okuyup havsalasına sığdırması mümkün değildir. Yeni bir muhayyel kitap daha ortaya çıktığı gibi yeni bir hâdiseyle de karşı karşıyayız: Rıza Nur’un Gökalp’ı tehdit etmesi. Yukarıda büyük Türkçü Dr. Rıza Nur’un hâtıralarından alıntıladığımız gibi Gökalp’a Kürt aşiretleri üzerine bir araştırma yapması için para yollanmış ve bunun sonuçları da çeşitli kişilere gönderilmiştir. Yani bir kitap yazması için tehdit etmek söz konusu değildir. Rıza Nur’un hâtıralarının sonraki edisyonlarından birini yapan bir adamın bunun böyle olduğunu bilmemesine imkân yok. Dilipak kasıtlı olarak meseleyi çarpıtıyor. Diğer yandan Dilipak’ın yazdıklarından şu sonuç rahatlıkla çıkarılıyor: Gökalp “Kürt Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazmaya koyulmuşken tehdit ediliyor ve bunun üzerine “Türk Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazıyor. Dilipak’ın engin bibliyografik bilgisiyle kastettiğinin “Türkçülüğün Esasları” olduğu ortada. Demek ki ona göre Gökalp ilk kez bu kitabıyla Türkçülük bayrağını ele alıyor. Yani “Türkçülüğün Esasları”nı yazmadan evvel esas yolu ve gâyesi Kürtçülüktür. “Türkçülüğün Esasları” 1923 yılında neşredildiğine göre bu tarihten önce Gökalp’ın nasıl Kürtçülük yaptığını yine hayatı ve yayınları yoluyla anlamalıyız. Okay’a göre Gökalp İstanbul’a gelip Baytar Mektebinde okuduğu yıllarda (1896–1898) Hüseyinzâde Ali ile tanışmıştır[3]. Yusuf Akçura ise Hüseyinzâde Ali’nin şâirâne Turancılığı ile 1908’den sonra Ziya Gökalp’ı yarattığını söylerken Ali Canip Yöntem bu Bakülü Türkçüyü “Ziya Gökalp’a Türkçülüğü Aşılayan Adam” olarak nitelendirmiştir[4]. Şubat 1911’de Genç Kalemler dergisinde ilke defa “Gök Alp” imzasını kullanan büyük Türkçünün, 1912-1913’te önce makaleler hâlinde Türk Yurdu’nda işleyip 1918’de kitaplaştırdığı “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” prensiplerinin kaynağı da Hüseyinzâde Ali’nin1905’te Hayat gazetesinde savunduğu “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak” tezleridir[5]. Demek ki Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı yazmadan 20 sene önce de milliyetçiliğinin temel ilkelerinin esinlendiği kaynaklarla buluşmuştur. Peki Peyman, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Millî Tetebbular, Yeni Mecmua gibi pek çok milliyetçi dergide yazılar yazarken hangi arada Kürtçülük yapmış ve 1923’ten hemen önce “Kürt Milliyetçiliğinin Esasları”nı yazmak yoluna girmiştir? İşte son günlerin âkil adamı Dilipak’ın muhteşem palavrası böyle iki satırlık bilgiyle yere yıkılan bir palavradır.

2. Dilipak sayesinde bu defa muhayyel bir kişiyle de karşılaşıyoruz: Yusuf Akçuralı! Daha adını doğru dürüst bilmediği insanların fikirlerini tahlile kalkması Dilipak’ın ne büyük bir “âkil adam” olduğunu ispatlıyor. “Akçuralı” değil “Akçura” olacak Bay Dilipak! Dilipak’a göre Yusuf Akçura “Gökalp’ın ulus tanımını Gaspıralı İsmail’den alıp” “3 Tarzı Siyaset”i yazmış. Bu nasıl bir iddiadır anlayamadık. Gaspıralı, Akçura ve Gökalp’ın kariyerinin başladığı yıllarda hayatının son yıllarını yaşıyordu. Gökalp onu değil o Gökalp’ı ve Akçura’yı etkiledi[6]. Ayrıca Akçura Dilipak’ın iddia ettiği gibi, “Üç Tarz-ı Siyaset”te “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” prensiplerini işlemedi. Gökalp da bu prensipler konusunda Akçura’dan değil, bilakis Akçura’nın da belirttiği gibi Hüseyinzâde Ali’den etkilendi. Ne demiş Akçura: “Türkçülerin faaliyetinde bir veche mâhiyetini haiz olan bu üçüz umdenin asıl babası Hüseyinzâde Ali’dir”[7]

İşte akıllarınca Gökalp’ı zemmeden adamların entelektüel seviye ve bilgisi bu!

Aynı çizginin savunucusu olan bu adamlar Munis Tekinalp müstearını kullanan Moiz Kohen konusunda da Türk milliyetçiliğini ithâm etmeye ve onu bir Yahudi îcâdı gibi göstermeye kalkıyorlar. Ziya Gökalp’ı gerçekte Kürtçülüğün babası yapmaya kalkanların Tekinalp’ı da Türkçülüğün babası yapmaları şaşırtıcı değildir. İslâmcıların Türk milliyetçiliğini bu Yahudi üzerinden ilzâm etme gayretine dâir seçme metinler Rıfat Bali’nin Tekinalp hakkındaki derlemesinde mebzul miktarda mevcuttur[8]. Burada da Mustafa İslamoğlu karşımıza çıkıyor, Yeni Şafak’ta 2 Haziran 1999 tarihinde kaleme aldığı “Irkçılığın Sefaleti” başlıklı yazıda diyor ki:

“Evet, ulusçuluğun sefaleti Kürtçülüğün Esasları’nı yazacak kadar ırkçı olan bir Kürt ulusçusunu Türkçülüğün babası konumuna getirmekle kalmıyor. Asıl onu buna ikna edenlerin kimliği önemli: Sonradan Tekinalp soyadını alacak olan ve atadan beri hahamlık yapan bir aileye mensup Selanik Yahudisi Moiz Cohen. Ziya Gökalp’ı Kürtçülük’ten Türkçülüğe terfi ettiren işte bu isimdir. Abdullah Cevdet’in tavsiyesiyle 1908’de Selanik Rizarto Mason Locası’nda toplanan İttihat ve Terakki yönetimi Gökalp’i hem masonluğa, hem de İttihat ve Terakki Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine kabul eder. Ziya Gökalp, Moiz Cohen’le burada buluşarak sıkı bir talebe-hoca ilişkisine girer ve burada Türkçülüğün Esasları isimli eserini kaleme alır. Her ne kadar kitabı Kürtçülük’ten Türkçülüğe keskin bir geçiş yapan Zaza “şakirt” yazmışsa da, bu yazma gerçekte bir dikte etmeden ibarettir. Tüm ana fikirler Yahudi “hoca”ya aittir.”

Mustafa İslamoğlu’nun, “İnsaf dinin yarısıdır” hadîs-i şerifinden nasiplenemediği anlaşılıyor. Benzer yalan burada da vârid. Tek fark bu defa “Türkçülüğün Esasları”nın Gökalp’a çok daha erken bir târihte “yazdırılmış” olması. Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı 1908’de ve Selanik’te mi yazmıştır? Hayır. Bu tarihten 15 yıl sonra yazmış ve kitap Ankara Matbûât ve İstihbârât Matbaasında basılmıştır. Diğer yandan Moiz Kohen’le dostluğu neye dayanılarak Kohen’in yani Tekinalp’ın Gökalp’ın hocası olduğu vehmini uyandırmıştır anlamak mümkün değil! Benzer iddiaları Mehmet Şevket Eygi de diline pelesenk etmiştir:

“Aslen bir Kürt olduğu hâlde Türkçülük ideolojisinin öncülüğünü yapan Ziya Gökalp ile Moiz Kohen Tekinalp arasında yakın dostluk ve fikirdaşlık münâsebetleri omuştur. Bazıları Gökalp’ı Tekinalp’ın üstadı olarak gösterirler. Bence tam tersinedir, talebe pozunda görünse bile Tekinalp Gökalp’e yol göstermiştir.”

Baştan aşağı indî yorumlardan oluşan bu ifâdeler İslâmcıların zaten türlü yalan ve hurafelerle dolu kafalarında yankılana yankılana onları, “Türkçülüğün Esasları”nı Ziya Gökalp’ın değil Munis Tekinalp / Moiz Kohen’in yazdığını söylemeye kadar götürmüştür:

“Türkçülüğün Esasları isimli eserin asıl yazarı Moiz Kohen’dir. Fakat Ziya Gökalp imzasıyla piyasaya çıkar.”[9]

Evet gerçekten de “İnsaf dinin yarısıdır.” Tabiî yarı nisbetinde nasiplenecekleri bir dinleri varsa. Bu kadarına pes! Hangi ilmî delillerle bu ifâdeler karşılanabilir ki?! Sadece yük taşımaya yarayan dört ayaklı uzun kulaklı bir canlıyı durdurmak için köy hayatının dilimize kazandırdığı o meşhur ünlemle seslenmekten başka ne yapılabilir?! Tek delil Ziya Gökalp’ın Tekinalp’la yakınlığı mıdır? Gökalp sizin gibi ırkçı değildi ki. Gökalp, Baytar Mektebinde millî ruha, Türk içtimâî hayatına etki edecek inkılâplar için sosyolojinin önemine eğilmesini söyleyen hocası Yorgi’den de etkilenmiştir[10], Emile Durkheim’dan da… Sadece o mu? Akçura Türk Yurdu’nda sosyal demokrat Parvus’a yazılar da yazdırmıştır. O da gerçekte Rus Yahudisi Israel Lazarovich Helpland’dır. Bunu da ben söyleyeyim de Akçura’yı da Yahudi tilmizi yapıverin. Beyler Türk milliyetçiliğinin bu öncü isimlerinin hiçbiri sizin gibi ırkçı değildi. Eğer sizin mantalitenize sâhip birer bağnaz olsalardı geniş ufukları ile Türk milleti için yokluk zamanlarında herkesten faydalanmak konusunda rahat olmazlardı… Sadece çevrelerindeki kimi isimlerin değil, Türk milliyetçilerinin de kökeniyle ilgili takıntıları olan ve Gökalp’a Kürt, Ömer Seyfeddin’e Çerkes, Nihâl Atsız’a dönme ilh. iftirâsını atmaktan marazî bir zevk alan bu İslâmcı ırkçı hempalara en yerinde cevap büyük Gökalp’ın Ali Kemal sergerdesinin aynı iddiasına karşılık yazdığı şiir olur ki onu da bilenler bilir; buraya dercetmesek de cümlesine ithâf ettiğimizi bilsinler.

Sadık Albayrak da bu kervânın mensuplarındandır. O da Moiz Kohen’i Türkçülüğün bir kanaat önderi gibi sunmaktan geri kalmamıştır. Türkçülüğün kadrosuna(!) dâhil olmasıyla bu kutlu ülkünün “baştan sakat bir fikrî yapıya ve tefekkür kadrosuna istinat etmiş bulunduğunu” ve Turan adlı eserinde(!) ümmet bağını koparmak için kavmî gruplaşmaları teşvik ettiğini yazdı[11]. Oysa bilmiyordu ki “Turan”ın müellifi Tekinalp müstearlı Moiz Kohen değildi.

Safi Dümer’in 1928’de yazdığı “Türk’ün Yeni Âmentüsü”nü Tekinalp’e[12] ve onun üzerinden Türk milliyetçiliğine atfettikleri gibi gibi pek mühim bir öncü eserimiz olan “Türkçülüğün Esasları”nı da Yahudi îcâdı göstermeye çalışmaları ibretnümâ bir yalandır. Senelerce, Turan adlı kitabın müellifinin de Tekinalp olduğunu söyleyerek Türk milletinin birleşmesi gibi kutlu bir ülküyü Yahudilik damgasıyla damgaladılar. Bu konuda da yalanları ortaya çıkmış, kitabın hakiki yazarının Tekin müstearını kullanan Ahmet Ferit Tek olduğu ortaya konulmuştur[13]. Buna rağmen aynı terâneler ısrarlı bir biçimde bu câmiânın önde gelen isimleri tarafından kullanılmaya devam etmektedir.

Tekinalp’ın biyografisi üzerine ortaya konan yanlışlara, bir kripto Yahudi veya dönme olarak tanıtılmasına değinmiyorum; zîra kendisi bizim açımızdan Türk milliyetçiliğinin öncüsü filân kabûl edilmiş bir şahsiyet değildir. Hiçbir Türk milliyetçisi tarafından da edilmemiştir ve buna dâir bir enmuzec gösteremezler. Kendisi Türk Yurdu dergisinde bile 1915 yılında “Türkçülüğü anlayan ve takdir eden vatandaşlarımızdan M. Kohen Efendi” olarak tanıtılmıştır, Türkçü M. Kohen olarak değil[14]. Diğer yandan Türkçülüğün gerçek öncü ve bayraktarlarından olan ve temsil ettiği geleneğe bağlı olduğumuz Nihâl Atsız da Z Vitamini adlı ricâl taşlamasında Tekinalp’le şöylece dalga geçmiştir:

“Profesör Moiz Tekinalp, ekonomik milliyetçilik kürsüsünde ilim tarihimize yeni ufuklar açacaktır. Kendisi her ne kadar Turan adlı bir kitabın müellifi ise de bunun bir mürettip yanlışı olduğunu, kitabın adı Tevrat olacakken eski harflerdeki karışıklık sebebiyle sondaki “te” harfinin bir noktasının düştüğünü, böylece “nun” haline geldiğini ve Turan okunduğunu ispat etmiştir”[15]

Aynı Atsız, Tekinalp’ın da içinde bulunduğu Yahudileri Türkleştirme faaliyetlerine ilişkin, 1934 yılında Orhun’un 7. sayısında kaleme aldığı yazısında “Biz onların Türkleşeceğini asla ummadığımız gibi bunu istemeyiz de. Çamur ne kadar fırına verilse demir olamayacağı gibi Yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz.” demiştir[16].

Bunları görmezden gelerek Tekinalp’ı öncü kabul eden tek bir Türk milliyetçisi yokken onu Türkçülüğün babası gibi göstermek, deli saçması ve mesnetsiz iddialarla Gökalp’a ve diğer Türk milliyetçilerine saldırmaya devam etmekte musır olurlarsa artık iddialarının taşıdığı keyfiyet kendileri için de geçerli sayılacaktır.


[1] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c. 3, s. 906, Altındağ Yayınevi, 1967.

[2] Ziya Gökalp, Bütün Eserleri – Bir, Kitaplar 1, s. 560, YKY, 2007, İstanbul.

[3] M. Orhan Okay, “Ziya Gökalp”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 14, 1996, s. 125.

[4] Göktürk Ömer Çakır, “Gökalp’a Türkçülüğü Aşılayan Adam Hüseyinzâde Ali Turan”, Orkun, 54, Ağustos 2002, s. 44.

[5] A.g.m., s. 44.

[6] François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura, s. 25–26, Tarih Vakfı, İstanbul, 1999.

[7] A.g.m., s. 44.

[8] Başka kaynak belirtilmeyen alıntılar bu kitaptan yapılmıştır: Rıfat N. Bali, Bir Günah Keçisi: Munis Tekinalp, s. 229 – 248, 265 – 333, Libra Kitap, İstanbul, 2012.

[9] Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 311.

[10] M. Orhan Okay, a.g.m., s. 125.

[11] Sadık Albayrak, Devrimin Çakıl Taşları, s. 137, 139. Timaş Yayınları, İstanbul, 1991.

[12] Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 248.

[13] Bu konu hakkında bkz. Ali Birinci, Tarih Yolunda. Yakın Mazinin Siyasî ve Fikri Ahvali, s. 240 – 245, Dergâh, İstanbul, 2012. Ayrıca Necati Gültepe, Turan. Turancılık Tarihinin Kaynakları, s. 75 – 87, Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 1999.

[14] Ali Birinci, a.g.e., s. 244.

[15] Nihâl Atsız, Dalkavuklar Gecesi – Z Vitamini, s. 87, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010.

[16] Nihâl Atsız, Makaleler IV, s. 530 – 531, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1997.

27 Mart 2013 Çarşamba




MOİZ KOHEN VE  ZİYA GÖKALP 

http://m.milatgazetesi.com/moiz-kohen-tekinalp-makale-69908

CENAP ŞİRİN   31 - 05 - 2015   

“Moiz Kohen Tekinalp, kısa  adı ile Tekin Alp, 1883'te Serez'de, bir hahamın oğlu olarak Yahudi bir aile içinde Moiz Kohen adıyla dünyaya geldi. Gazeteci, yazar, avukat, tüccardı.İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. Selanik'te çıkan Asır adlı Türkçe gazetede yazılar yazdı.

Balkan Savaşı'ndan sonra İstanbul'a geldi. İsmini Munis Tekinalp olarak değiştirdi. Türkiye'deki Yahudileri Türkleşmeye ikna etme amaçlı yazılar yazdı. 1961 yılında tedavi amacıyla gittiği Fransa'nın Nice kentinde öldü.
“Kohen”, Yahudi din adamı yani “Haham” anlamına gelmektedir.

“Kemalizm”   adlı kitabı nedeniyle “Kemalizm' in Kurucusu” ve ideologu sayılmaktadır.

Liz Behmoaras'a göre; "Kemalizm" kitabında ve bu konuyla ilgili düşüncelerinde samimidir. Kemalistler, Moiz Kohen' in iyi bir Kemalist olduğunu düşünürler. Tarihçilerin çoğu, bu kitabı son derece ciddiye alınması gereken bir inceleme olarak görür.

Yine,  Liz Behmoaras'a göre; Kürt olup da "Türkçülüğün Esasları" nı yazan Ziya Gökalp ile "Türkçülük", "Türk Ruhu" adlı kitapları kaleme alan Moiz Kohen'in buluşması, Moiz Kohen' in, Ziya Gökalp'i bir Kabalist olarak görüyor olması nedeniyledir.

Kabalizm; bilindiği gibi “Yahudi Tasavvufu” dur.

Türkiye'de "Moiz Kohen, Emanuel Karasu ve Haim Naum  Siyonist dava uğrunda üçlü oluşturmuşlardı.
Dünyadaki, ilk “Türkçüler” de Leon Kohen ve Herman Vanbery isimli Yahudilerdi.

Acaba, Yahudiler, Türkçülüğe neden bu denli merak sarmışlardır?

Jön Türklerle ilişkilerine daha Selanik'teyken başlayan ve buradaki Mason Locasına kayıtlı bulunan Moiz Kohen-Tekin Alp, Siyonizm'e büyük ilgi duydu. Hamburg'da toplanan IX. Siyonist Kongresine Selanik delegesi olarak katıldı. Bu kongrede uzunca bir konuşma yaptı. Siyonizm'in Osmanlıcılıkla birleşmesini savundu.

Moiz Kohen, daha sonra, tam bir “Pantürkist" oldu. "Tekin Alp" takma adıyla Türkçülük ve Pantürkizm konularında makale ve kitaplar yazdı. 
Moiz Kohen, kendisini "Pantürkizm" e yani “Türk Birliği” ne adamıştı.

Birçok araştırmacı Moiz Kohen'in Türkçülük hareketine ilgisini kuşkuyla karşılamıştır.

Moiz Kohen' in Türkçülük hareketini Siyonist emeller adına istismar ettiği şeklinde görüşler de ileri sürülmüştür


Moiz Kohen' in  Türkçülük hareketini istismar etmekle bir taşla iki kuş vurmak istediği tahmin edilmektedir. Onun amacı bir yandan, ırk duygularını tahrik ederek Türklerle-Arapları birbirlerine düşman ederek ayrıştırmak, Türklerin ilgi alanını Filistin üzerinden uzaklaştırmak ve burada Yahudilere özgürlük alanı açmak; diğer yandan da, gelişen Türkçülük hareketini "İslam Düşmanı" bir konuma sokarak Türkleri İslam'a düşman etmeye çalışmaktı.
CHP' den iki kez aday olmuş olmasına rağmen “Varlık Vergisi” ne maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Varlık Vergisini ödeyebilmek için evini satmak zorunda bırakılmış, ancak Aşkale'ye sürgün olmamıştır.

Ünlü “Türkçü” Moiz Kohen, hayatının son günlerinde “Musevi Mucizesi” isimli bir kitap tasarlıyordu




KAVMİYETÇİLİK VE İSLAM 

https://www.islam-tr.net/konu/kavmiyetcilik-ile-ilgili-14-hadisin-tam-metni-ve-sihatleri-nedir.41306/


السلام عليكم ورحمة الله وبركاته

Hocam mümkünse eğer aşağıda ki hadislerin kaynaklarını teyit etmek istiyorum İnşeallah. Tam metinlere ihtiyacım var. Aşşağıda ki hadislerin sıhhat dereceleri nelerdir? Bir çalışmam var onun için bu bilgilere gereksinim duyuyorum. Vakitim ve kaynaklarım kısıtlı olduğu için size soruyorum hakkınızı helal edin.

1 - Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

2 - “Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112)

3 - Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

4 - Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)

5 - “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

6 - “Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)

7 - “Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

8 - “Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’ min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116) 

9 - “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.)

10 - “Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” (İbn Mâce, Fiten 7)

11 - “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225) 

12 - “Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” (Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135)

13 - “Allah’ın ismi ile Allah(‘ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” (Ebû Dâvud, 3/38)

14 - “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Cem’u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)

C 1 - 9 - 10- 

عَنْ جُبَيْرِ بْنِ مُطْعَمٍ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ :
لَيْسَ مِنَّا مَنْ دَعَا إِلَى عَصَبْيَّةٍ ، وَ لَيْسَ مِنَّا مَنْ قَاتَلَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ ، وَ لَيْسَ مِنَّا مَنْ مَاتَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ
 ​

 

Cubeyr b. Mut'im'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
(Halkı) asabiyyet (soy-sop) davasına çağıran bizden değildir. Asabiyyet (soy-sop) davası uğrunda savaşan bizden değildir. Asabiyyet (soy-sop) davası uğruna ölen bizden değildir.
(Ebu Davud, Edeb, Bab, 121, Hadis no: 5121; Muslim, İmara, Bab 13, 57, 54; Nesaî, Tahrimuddem, Bab 28, Hadis no: 4045; İbn Mâce, Fiten, Bab 7, Hadis no: 3948; Ahmed b. Hanbel, II, 306, 488)


"... Ebu Hurayra (Radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdu, demiştir:
-Her kim bir soy sop davasına (halkı) teşvik ederek veya bir soy sop davası için öfkelenerek hak veya batıl olduğu bilinmez bir gaye ile köru körüne açılan bayrak altında (yani toplanan bir topluluk içinde) savaşırsa, o kimsenin öldürülüşü bir cahiliyet öldürülüşüdur."
(İbn Mâce, Fiten, Bab 7, Hadis no: 3948, C. 2, Sf: 590)


Sahih Rivâyet! 

Bu hadiste geçen Rayet: Bayrak demektir. İmmiyye de Ama'dan alinmadir. Ami) Dalalet ve sapıklıktır.
Nevevi: "İmmiyye bayrak" ifadesi Ahmed bin Hanbel ve cumhura göre; hak veya batıl olduğu belirsiz bir gaye etrafında toplanan bir topluluk anlamında kinayedir, demiştir.

Asabiyyet'i de soy sop davası manasına yorumlamayı uygun buldum. Aslında bu kelime gerek ikinci hadiste ve gerekse Ebu Davud'un rivayet ettigi benzeri hadiste kişinin kendi kavmine zulumde yardımcı olması şeklinde beyan buyurulmuştur.
El-Munavi de: Asabiyyet, zalime yardım etmektir, demiştir. El- Kari de böyle demiştir. Ancak bu kelime hadiste zalime yardım etmek şeklinde yorumlanrsa bu ifade immiyye rayet, yani hak veya batıl olduğu meçhul bir gaye, ifadesine pek uygun düşmez kanısmdayım. Çünkü zalime yardım etmek batıldir. Artık bunun hak veya batıl olduğunun belirsiz olduğu söylenemez. Allah, en iyi bilendir.(Sunen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 10/153-154)

Ebu Hurayra (r.anh)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
Kim Allah’a itaatten çıkar ve İslâm cemaatinden ayrılırsa cahiliyye ölümü üzerine ölür. Kim ümmetime karşı ayaklanır, iyi kötü ayırmadan Mü’minlere silah çekerse ve İslâm cemaatine karşı sözünde durmazsa benden değildir. Kim İslâm cemaati dışında bir gurup tutar, ırkçılık yapar ve ırkçılık için de insanları çağırırsa veya tuttuğu gurup için kızar, taraf tutar ayaklanır ve çatışmaya girer öldürülürse, cahiliyye ölümü üzere ölmüş olur.
(Nesaî, Tahrimuddem, Bab 28, Hadis no: 4045 , 4046; Muslim, İmara: 13; Buhârî, Fiten: 2)


C 2 - 

عَنْ جُبَيْرِ بْنِ مُطْعَمٍ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ :
لَيْسَ مِنَّا مَنْ دَعَا إِلَى عَصَبْيَّةٍ ، وَ لَيْسَ مِنَّا مَنْ قَاتَلَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ ، وَ لَيْسَ مِنَّا مَنْ مَاتَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ

Cubeyr b. Mut'im (r.anh)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
Toplumu soy-sop (ırkçılık) davasına çağıran bizden değildir. Soy - sop (ırkçılık) uğrunda savaşan bizden değildir. Soy-sop (ırkçılık) davası uğruna ölen bizden değildir.
(Ebu Davud, Edeb, Bab, 121, Hadis no: 5121, C 3, Sf: 663; 
Muslim, imara 57; Ahmed İbn Hanbel, II, 488; İbn Mâce, Fiten, Bab 7, Hadis no: 3948, C. 2, Sf: 590; Abdurrazzak, el-Musannef 20707)

Sahih Rivâyet!

C 3 - 4 - Vâsıla b. el-Eska (r.anh)'nın kızı (Fuseyle)ndan (rivayet edildiğine göre) kendisi babasını şöyle derken işitmiş:
(Ben, Peygambere)Ey Allah'ın Rasulu, asabiyet nedir? diye sordum da:
Zulümde (haksızlıkta) kavmine yardım etmendirbuyurdu.

(Ebu Davud, Edeb, Bab, 121, Hadis no: 5119, C 3, Sf: 662; İbn Mâce, Fiten, Bab 7, Hadis no: 3949, C. 2, Sf: 590; Ahmed b. Hanbel, IV. 107, 160)

İbn Mâce'de :
: "Kişinin kendi kavmini sevmesi taassub-ırkçılık sayılır mı?"
: Hayır, fakat kişinin kavmine zulûmde yardım etmesi ırkçılık sayılır"

Sahih Rivâyet

 

C 5- Abdurrahman b. Abdullah b. Mesud (r.anh)'ın) babasından demiştir ki: "Haksız olarak kim kavmine yardım ederse (yâni onunla övünürse) O kimsenin durumu bir kuyuya yüzüstü düşüp de kuyruğundan kurtarılmaya çalışılan, fakat kurtarılması mümkün olmayan deve gibidir"
(Ebu Davud, Edeb, Bab, 121, Hadis no: 5117, 5118, C 3, Sf: 662)

Sahih - Hasen Rivâyet!

Hattabî (rahimehulah)'ye göre bu hadisin manası şöyledir: "Haksız yere kavmine yardım eden kimse günah kuyusuna düşerek helak olmuştur. Artık kurtarılması mümkün değildir. Bu haliyle o kuyruğundan tutulup da yukarı çekilerek kurtarılmaya çalışılan bir deveye benzer."

Aliyyu'l-Kari'nin açıklamasına göre bazıları bu hadis-i şerifte şöyle mâna vermişlerdir:
Haksız yere kavmine yardım eden kimse zulme yardım ettiği için kendisini helak etmiştir. Gerçi o bu yardımıyla kendini ve kavmini yükseltmek istemiştir. Ama yükseltmek amacıyla koşarken günah kuyusunun dibine düşüp helak olmuştur.

Böyle bir kimsenin hali ise kuyuya yüzüstü düşüp de kuyruğundan asılarak kurtarılmaya çalışılan bir deveye benzer. Tabii ki bu deveyi bu şekilde kurtarmak mümkün değildir. Bazılarına göre de bu hadis-i şerifte kuyuya düşerek helak olup da kuyruğundan çekilerek kurtarılmaya çalışıldığı halde kurtarılamayan deveye benzetilen kinişe, haksız durumda olan kavmidir. Çünkü batıl ve zulüm üzerine olan herkes ölmüş demektir.

Bu kavme kavmiyetçilik duygusuyla yardım etmek isteyen kimse de sözü geçen devenin kuyruğuna benzetilmiştir. Nasıl ki kuyuya yüzüstü düşerek ölen bir deveyi tutularak yukarı doğru çekilen kuyruğu kurtarmaya yetmezse bu adamın o kimseyi kurtarmak için devreye girmesi de o deveyi kurtarmaya yetmeyecektir. (Mirkatu'l- Mefâtîh, IV, 661)

Netice itibariyle mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif, bir kimsenin sırf akrabalık ve soy gayretiyle yakınlarından sudur eden haksızlıklara yardım etmesi haramdır. Buna "asabiyyet (kavmiyetçilik)" denir. İslam bunu kökünden kaldırmıştır.


C 6-

حدّثنا حسين بن محمد حدثنا أبوبكربن عياش عن حميد الكندي عن عبادة بن نسَي
: عن 
أبي ريحانة أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال
من إنتسب إلى تسعة آباء كفار يريد بهم عزا وكرما فهو عاشرهم في النار

 

(Ahmed bin Hanbel, Musned, 28/445, Sf: 128, Hadis no: 17213;
İmam Suyutî, A.g.e., C.3, Sf: 340-341, Hadis no: 3601 (8534)
Munâvî, Feyzu'l-Kadir, C.6, Sf: 89, Hadis no: 8534.
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, C.5, Sf: 1944
)

Zayıf Rivâyet! 

Buhari, Tarih-i Kebir'inde rivayeti naklederek mursel olduğunu belirtir. Hadisin ravilerinden Ubade b. Nusay, hadisi aldığı Ebu Rihane'yi görmemiştir.

 


C 7 - 8 - Ebû Hurayra (r.anh)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, cahiliyye döneminin kibrini ve övünme adetini sizden gidermiştir. Mu'min olan, yolunu kitab ve peygamberle bulandır. Allah'ın yolundan çıkan kâfir kimseler ise bedbaht kimselerdir.
Siz hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. İnsanlar ırkları-kavimler ile övünmeyi bıraksınlar, soy - sopla övünenler cehennem kömürlerinden bir kömürdürler. Yahud onar Allah katında burnuyla dışkı yuvarlayan mayıs böceğinden (bok böceğin) daha değersizdirler."
(Ebu Davud, Edeb, Bab, 120, Hadis no: 5116, C 3, Sf: 662; Tirmizi, Menâkıb, Bab 75, Hadis no: 3955; Ahmed bin Hanbel, Musned, II, 361, 524)

Tirmizi'de ise şöyle geçmektedir:
Ebû Hurayra (r.anh)'den , Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: 

Bazı topluluklar ölen atalarıyla övünmekten vazgeçmelidirler, çünkü onlar Cehennem kömürüdürler, aksi takdirde pislik içerisindeki böcekten Allah katında daha değersiz olacaklardır. Allah cahiliyye gururunu ve atalarıyla övünme kötülüğünü gidermiştir. Artık bundan sonra muttâki mü’min ve bahtsız günahkar vardır. Bütün insanlar Adem’in oğullarıdır. Adem de topraktan yaratılmıştır.
(Tirmizi, Menâkıb, Bab 75, Hadis no: 3955)

Hasen Garib Rivâyet!

Ebû Hurayra (r.anh)'den , Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: 
Allah, cahiliyye gururunu ve atalarla övünme kötülüğünü sizden gidermiştir. İnsanlar takva sahibi mu’min ve bahtsız günahkar olarak iki guruptur. İnsanlar Ademoğullarıdır, Adem de topraktandır.
ž(Tirmizi, Menâkıb, Bab 75, Hadis no: 3956)
Tirmizî: Bu hadis, yanımızda üstteki hadisten daha sahihtir. Saîd el Makburî, Ebû Hurayra’dan hadis işitmiştir, babası vasıtasıyla Ebû Hurayra’dan pek çok hadisler rivâyet edilmiştir.


Şafiî ulemasından Kemaluddin Dumeyrî'nin, Hayatu'l-Hayvan isimli eserindeki açıklamaya göre cual,(çoğulu; ci'lân); kurumuş tersleri toplayıp yuvasında depo eden bir böcektir. Özellikle hayvanların dışkılığında kalmış olan kurumuş dışkı kırıntılarını ararken hayvanların ferclerini ısırıp kaçmakla meşhurdur. Karnında kırmızı bir nokta olur. Daha ziyade sığır, camız ağıllarında ve tersliklerde yaşar. En büyük özelliği pislik toplamaktır. Onun garib hallerinden birisi de gül kokusundan ve benzeri güzel kokulardan ölmesi ve tekrar pislik üzerine konduğu zaman canlanmasıdır. En büyük zevki ve gıdası pisliktir.
Ebû Davud et-Tayalisi'nin Musned'i ile Şuabu'l-İman'da bu konuda İbn Abbas'dan rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:
"Cahiliyyet hali üzere ölmüş olan babalarınızla övünüp durmayın. Varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bok böceğinin burnuyla yuvarlamış olduğu dışkı cahiliyye (adeti) üzere ölen babalarınızdan daha hayırlıdır."
Bezzâr'ın, Huzeyfe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Hepiniz Adem oğlusunuz. Âdem ise topraktandır. Bir takım kavimler ya babalarıyla övünmeye son vereceklerdir, ya da Allah yanında bok böceğinden daha aşağı olacaklardır."
Aliyyu'l Kâri (rahimehullah)'nin açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte cahiliyye adeti üzere ölen atalarıyla övünen kimseler bok böceklerinin burunlanyla yuvarladıkları dışkıya benzetildiği gibi, övünmeleri de bok böceğinin dışkıyı yuvarlamasına benzetilmiştir. Onlar ya bu övünmelerini bırakıp bu vahim sonuçtan kurtulacaklardır ya da Allah yanında bok böceğinden daha aşağı bir duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı Keriminde bu mevzuyu şu âyet-i kerimesinde bizlere en veciz bir şekilde açıklamıştır:
"
Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva'dan) yarattık. Hem de sizi boylara ve kabilelere ayırdık ki, biribirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır." (Hucurat 13)

 


C 11 - Ebû Hurayra'dan (r.anh) rivayet olunmuştur, dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İlim tahsil etmek için yola çıkan kimseye bu sebeple Allah cennetin yolunu kolaylaştırır. Ameli, kendisinin (cennete erişmesini) geciktiren bir kimseyi nesebi (cennete girmekte) çabuklaştıramaz."
(Ebû Dâvûd, “İlim”, Bab 1, Hadis no: 3643; Muslim, zikir 38; Tirmizî, Kur'an 10; îbn Mâce, mukaddime, Bab 17, Hadis no: 225; Dârimî, mukaddime, Bab 32, Hadis no: 352, 353; Ahmed b. Hanbel, II, 252, 407; Mustedrak, 1/89; el-Metâlibu'1-Aliye, 3/103, 362)

Ebû Hurayra'dan (r.anh) rivayet olunmuştur, dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Kim bir müslümandan dünya kederlerinden bir keder giderirse Allah ondan âhirat günü kederlerinden bir keder giderecektir. Kim de bir müslümanı örterse Allah onu dünya ve âhirette örtecektir. Ve kim bir fakir borçluya kolaylık gösterirse, Allah ona dünyada ve âhiratte kolaylık gösterecektir. Kul, (din) kardeşinin yardımında olduğu muddetçe Allah da onun yardımcısıdır. Kim bir yola giderek onda ilim ararsa, bu çalışması sebebi ile Allah ona Cennet'e giden bir yolu kolaylaştıracaktır. Allah'ın evlerinden birisinde toplanıp Kur'an okuyarak onu birbirlerine öğreten her cemaatı melekler ziyaret eder, onların etrafında dönerler, o toplumun üzerine iç huzuru ve rahatı iner, ilâhî rahmet onları kaplar, katında bulunan melekler yanında Allah onları (övgü ile)anar. Amelî yüzünden geri kalan bir kimse nesebi (nin şerefi) ile sûr'at alamaz"
(İbn Mâce, Mukaddime, Bab 17, Hadis no: 225)

Sahih Rivâyet!


Hangi maksatla olursa olsun ilim yolunu tutan bir kimseyi ilmin, sonunda bu maksadından çevirip Allah yoluna yönelteceği bu yolun öncüleri tarafından haber verilmiştir.
Fakat ilim ve taat gibi insanı cennete götüren sebeplere sarılmadığı için cennete girmeye hak kazanamayan bir kimseye şerefli bir aileye mensub olması bir fayda vermez.
Nitekim, "Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, amellerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, II, 285, 539) buyurulmuştur.


C 12 - 

قَالَ رَسُولُ للّهِ: مَامِنْ مولودٍ إّلآ يولدُ علَى الفطرةِ.

 

Ebu Hurayra (r.anh), Allah Rasulu (a.s)'ın şöyle buyurduğunu söyemiştir:
"Her doğan çocuk muhakkak (İslâm) fıtrat üzerine doğar."
(Buhari, Cenâiz, Hadis no: 664; Ebû Dâvud, sünne, Bab 17, Hadis no: 4714 , 4715; Tirmizî, kader, 5)


Sahih Rivâyet!

Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anasiyle babası onu yehûdî yâhud nâsrâni, yâhud mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tâmmu'l-a`zâ` olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?
Sonra Ebû Hurayra radiyallâhu anh[Habîbim! Allâh`ın insanları hakkı idrâk ve kabûle musâid yarattığı fıtrat-ı asliyyesi -ki, fıtrat-ı İslâmiyyedir- rehber-i hareket ittihâziyle Allâh`ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyyesini şirk ile tebdîl etmek muvâfık değildir. Bu İslâm ve tevhid dîni, en doğru bir dindir] meâlindeki nazm-ı şerîfi okumuştur.

Ebu Hurayra'dan (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.v.) :
"Her çocuk (İslam) fıtrat(ı) üzere doğar. Sonra anne ve babası onu yahudileştirir ve (ya)hristiyanlaştırır. Tıpkı devenin, bütün organları tam bir yavru dünyaya getirdiği gibi (devenin dünyaya getirdiği bu yavrunun) vücudunda kesik bir organ görebiliyor musunuz?" buyurmuş,
(orada bulunanlar): "Ey Allah'ın rasulu, küçükken ölenler hakkında ne buyurursunuz?" demişler.
(Peygamber de): "Allah (yaşadıkları takdirde onların) ne işleyeceklerini en iyi bilendir" cevabını vermiş.
(Ebu Davud, Sunne, Bab 17, Hadis no: 4714 , 4715; Buharî, cenâiz. 80, 92; Tefsir sure 30/1, Kâder 3; Muslim, Kâder, 22; Muvatta, cenaiz 53)

Hattabi (r.ha) şöyle diyor: "Hammad İbn Seleme ye göre metinde geçen "fıtrat" tan maksat: "Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zurriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak: 
Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti). Evet (buna) şahidiz, dediler"(Âraf 172) âyet-i kerimesinde ifade edilen Allah'ın, insanlar daha babalarının sulblerinde iken kendilerinden aldığı ezelî ahddir.

Bu ahde göre, insanlar Allah'ı ezelde "rabb" kendilerini kul olarak tanımışlar ve bunu ikrar etmişlerdir. Binaenaleyh insanların hepsinde muşterek olan Fitrat-ı külliye, kendisini kul, Allah'ın da Rabb olduğunu kabul etme meleke ve istidadıdır."

Hattabi'ye göre Hammad b. Seleme'nin fıtrat hakkındaki bu anlayış ve izahı çok doğru ve isabetlidir. Çünkü Hammad bu açıklamasıyla "Birisi, fıtrî iman diğeri de kesbî iman olmak üzere insanda iki türlü iman olduğunu, dünyevi hükümlerde fıtrî imana itibar edilmeyip, ancak kesbi imana itibar edildiğini" söylemek istemiştir. Nitekim metinde bulunan: "Sonra anne ve babası onu yahudileştirir ya da hristiyanlaştirir" cümlesi de dünyaya gelen bir çocukta fıtri iman bulunmakla beraber anne ve babasının tesiriyle başka bir inanç sistemini benimseyebileceğim, böyle bir durumda, çocuğun inancına göre değerlendirileceğini ifade etmektedir.

Abdullah b. Mubârak de metinde geçen "Allah onların ne işleyecek olduklarını en iyi bilendir" cümlesine bakarak; "Her çocuk fıtrat üzere doğar" cümlesini, "Çocuk dünyada kazanacağı saadet veya şekavet fıtratı üzere doğar, bir başka ifadeyle, Allah'ın müslüman olacağını bildiği çocuk, müslüman fıtratı üzere; kafir olacağını bildiği çocuk da kafir fıtratı üzere dünyaya gelir" şeklinde tefsir etmiştir. Ki netice itibarıyla iki tefsir arasında bir fark yoktur.

Binaenaleyh bir çocuğun şakîlik (İslam inancını tadamama talihsizliği) alameti, onun muşrik bir aile içerisinde doğup muşriklik telkinleriyle yetişmesi ve İslama girmeden ölüp gitmesidir. İşte bu çocuk, bu haliyle dünyada anne ve babasının hükmüne tabidir. Çünkü Musa, çocuğun anne ve babasının müslüman olduğunu nazar-ı itibara alarak onun mu'minliğine hükmedib, Hıdır'ın o çocuğu öldürmesine karşı çıktı.

Diğer bir görüşe göre bu hadisin manası şudur:
"Her çocuk ilk yaratılışında İslam akidesini kabul edecek kabiliyette yaratılır. Eğer bu çocuk harici tesirlerden muhafaza edilirse İslam inancı üzerinde gelişir ve yetişir. Çünkü İslam inancı, akla ve mantığa uygun olduğundan akıl İslamın güzelliklerini kendiliğinden ve kolayca kavrar. Fakat harici tesirler onun dikkatini başka taraflara çekerek gerçeği onun gözünden gizleyip, diğer inanç sistemleri içerisine itilir." (Aliyyu'l-Kari, Mirkat, I, 136)

İbn Kayyim el-Cevziyye'nin açıklamasına göre, ulemânın bu "fıtrat" kelimesi üzerinde ihtilaf etmelerinin sebebi, Kaderiyye mezhebi mensuplarının küfrü ve isyanı Allah'ın yaratmayıp kulların yarattığı inancından kaynaklanmaktadır. Kaderiyyecilere göre, Allah, insanları İslam yaratılışı üzere yaratmış, onlar için küfrü ve ma'siyeti asla yaratmamıştır. Küfrü ve ma'siyeti insanlar kendileri yaratarak kâfir ve asi olmuşlardır.

Ehl-i sünnet ulemasından bazıları Kaderiyyecilerin bu itirazından kurtulmak için bu "fitrat'ın İslam fıtratı olmadığını söylemişlerse de Kaderiyyecilerin fikri tutarsızlıklarını isbat için böyle bir tevile hiç te ihtiyaç yoktur. Çünkü seleften gelen rivayetlerin hepsi de buradaki fıtrattan maksadın İslam fıtratı olduğuna delâlet etmektedir. Bu fıtratın İslam fıtratı olduğunu kabul etmek Kaderiyyecileri tasdik etmek anlamına gelmez. Çünkü metinde geçen; "annesi ve babası onu yahudi ve hristiyan yapar" cümlesi "Allah'ın takdiri ve yaratmasıyla onu yahudi yada hiristiyan yapar" demektir. Buna itiraz ettikleri takdirde hadisin sonunda geçen "Allah yaşadıkları takdirde onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir" cümlesiyle kendilerine cevap verilir. Çünkü Allah'ın ezelde onların ne yapacaklarını bilmesi onların hayır mı yoksa şer mi işleyeceklerini bilmesi demektir, ki bu hayır ve şerrin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğunu açıkça ifade eder.

 


C 13 - İbn Ömer'den demiştir ki:
Ölü mezara konurken Peygamber (s.a.v.) "Bismillahi ve ala sünnet-i Rasûlillahi = Ey ölü, seni Allah'ın adıyla (bu kabre indiriyoruz), Rasûlullah'ın yolu ve dini üzere (seni teslim ediyoruz)diye dua edermiş.
(Ebu Dâvud, Cenâiz, Bab 63, Hadis no: 3213; Tirmizî, Cenâiz, Bab 54, Hadis no: 1046; İbn Mâce, Cenâiz, Bab 38, Hadis no: 1550; Ahmed b. Hanbel, II-27, 40. V-254)
Ebû Dâvûd diyor ki: Bu hadisi bana birisi Muhammed b. Kesir, diğeri de Muslim b. İbrahim olmak üzere iki kişi nakletti. Benim burada naklettiğim şu (lafızlar) Muslim'in lafızlarıdır.

Hasen Gârib Rivâyet!

"Ölü kabre indirildiği zaman Peygamber "Bismillahi ve ala millet-i Rasûlillah" diye dua ederdi"
(İbn Mâce, Cenâiz, Bab 38, Hadis no: 1550)

İbn Ömer (r.anhuma)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) ölü mezara konulduğu zaman bir keresinde: 
Allah adına Allah’ın buyruğla ve Allah’ın Rasûlünün yolu üzere” demiş diğer bir seferinde iseAllah adına Allah buyruğuyla ve Allah Rasûlünün sünneti üzere seni kabre indiriyoruz demiştir.” 
(Tirmizî, Cenâiz, Bab 54, Hadis no: 1046; Ebû Dâvûd, Cenaiz: 63; İbn Mâce, Cenaiz: 38)
ž Tirmîzî: Bu hadis bu şekliyle Hasen Garib'dir.
Bu hadis yine İbn Ömer vasıtasıyla başka bir şekilde de rivâyet edilmiştir. Ayrıca bu hadis Ebûs Sıddık en Nacî tarafından İbn Ömer’den tekrar rivâyet edilmiş olup yine Ebûs Sıddık en Nacî’den mevkufolarak ta rivâyet edilmiştir.

Ebu Muhammed Nasıruddin Elbâni , bu rivâyetin 
zâyıf olduğunu bildirmiştir.

 


C 14 - el-Addâ' bin Hâlid radiyallahu anh'dan:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Veda haccını yaptığı günde şöyle buyurmuştur:
"Allah şöyle buyuruyor: «Ey İnsanlar! Şubhesiz biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizleri şubeler ve kabileler halinde kıldık. Allah katında en iyiniz O'ndan en çok korkanınızdır
Arab'ın Acem'e üstünlüğü yoktur; Acemin de Araba üstünlüğü yoktur. Ne siyahın beyaza ve ne de beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak ve sadece takva ile olur.
Ey Kurayş topluluğu! İnsanlar âhirete gelirlerken, siz âhirete boyunlarınıza dünyayı yüklenmiş olarak gelmeyin! Allah'a karşı benim size hiçbir faydam dokunmaz."
(Rûdani, Cemû'l Fevâid, Hacc, Hadis no: 3634, C 2, sf: 160; Taberânî, Mu'cemu'l-Kebir'de)

Zâyıf Rivâyet

Heysemî'ye göre Taberânî, bunu Mûcem'ul el-Kebîr'de birkaç isnâdla tahrîc etmiştir. Buradaki senedi zayıftır. Ancak Arafat günü irâd ettiği hutbe kısmında gelen rivayetin isnadı sahîhtir (Mecma' III, 372).



IRKÇILIK VE İSLAM 

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=565

Sual: Irkçılık nedir, ırkçılığın dinimizdeki yeri nedir
CEVAP
İslamiyet, hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. Allah indinde herkes, insan olarak, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslümanla en küçük rütbeli, en zenginle en fakir, bir beyazla bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler. Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz kraldan üstündür. Kâfir kral ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçiyse ebedi Cennette kalacaktır.

Hiç kimse ana babasını seçemediği için, ırkını, milliyetini de seçemez. Ancak, ceddinin dine hizmetlerinden dolayı ırkını sevmesi, suç olmaz. Mesela, Osmanlı Türklerini sevmek kınanmaz. Hatta hizmetlerinden dolayı her zaman dua etmek gerekir.

Yahudi kendini asil bilir. Hristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeden, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder.

Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak veya kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslüman’dan üstün tutmak, ırkçılık olur. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, ırkçılığı, ırk üstünlüğünü kesin olarak reddetmektedir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13] (Takva, Allahü teâlâya inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmektir. Kısaca haramlardan sakınmak demektir.)

Bir önceki âyet-i kerimede, Ey iman edenler buyurulurken, bu âyet-i kerimede Ey insanlar şeklinde hitap edilmektedir. Hitap yalnız inananlara değil, bütün insanlaradır. Bütün insanlar, aynı ana-babadan, yani Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’dan meydana geldiler. Bu bakımdan bir ırkın diğerine üstünlük taslamaya hakkı yoktur.

Âyet-i kerimede, tanışmakta kolaylık olması için, milletlere ve milletler içinde kabilelere ayrıldığımız ve Allah indinde üstünlüğün, Müslümanlığa bağlılıkla ölçüleceği bildirilmektedir. Araplar veya Yahudiler üstündür denmiyor. Birkaç âyet önce de Müminler ancak kardeştir buyuruluyor. (Hucurat 10)

Arapların veya başka bir ırkın değil, yalnız müminlerin kardeş olduğu açıkça bildirilmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.) [Tirmizi]

(Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arabın Aceme, [Arap olmayana] Acemin Araba üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar]

(Acemlerden, dininizi kabul edenler ve nesebinize katılanlar olacaktır.) [Hâkim]

(Müslümanlar kardeştir. Takva hali hariç, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.) [Taberani, Ebu Nuaym]

(Ey Kureyşliler, kıyamet günü herkes ameli ile gelir. Siz dünyayı omuzlayarak gelmeyin! Bu halde gelip de, “Ya Resulallah” deseniz, tarafınıza bakmam.) [Taberani]

(İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir.) [İbni Lal]

Peygamberimizin tevazuu
Peygamber efendimiz, (Ben sizin en iyiniz olduğum gibi, babam da babalarınızdan daha iyidir) buyurmuştur. Böyle söylemek öğünmek değildir. Peygamber efendimiz tevazu ehli idi. Böyle söylemesi hakikati bildirmek içindir. (Ben evliyayım) demek öğünmek olur; fakat (Ben Peygamberim) demek böyle değildir. Gerçeği bildirmek vazifesi olduğu ve vazifesini yapmak mecburiyetinde de olduğu için böyle buyurmuştur. Nitekim imam-ı Rabbani hazretlerinin, (Mektubat)kitabında bildirdiği hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kıyamette, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakikati bildiriyorum, öğünmüyorum.)

(Allahü teâlânın habibiyim. Peygamberlerin reisiyim. Öğünmek için söylemiyorum.)

(Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmüyorum, ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im “aleyhissalatü vesselam”. Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyisinde yarattı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabilelere [cemaatlere] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemaati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [yani aileden] dünyaya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi ailedenim. Kıyamette, herkes sustuğu zaman, ben söyleyeceğim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte, onlara şefaat ediciyim. Kimsede ümit kalmadığı bir zamanda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyamet günü, Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsine şefaat edici benim. Bunu öğünmek için söylemiyorum.) [Hakikati bildiriyorum. Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem, vazifemi yapmamış olurum.]

Millet ve milliyetçilik
Sual: (Millet din demektir. Bunun için Fransız milleti, Türk milleti denmez. Türk milliyetçisiyim demek de, Türkün dinindenim demek olur ki çok yanlıştır) diyenler çıkıyor.
CEVAP
Millet kelimesi çeşitli manalara gelir. Birkaçı şöyledir:
1- Din manasında kullanılır. "Millet-i İbrahim", "Millet-i Resulullah" gibi.

2- Ümmet manasında, bir din mensuplarının tamamına denir. "İslam milleti", "Yahudi milleti" gibi.

3- Topluluk manasına gelir. "Kâfirler tek millettir", "Kâfir milleti zalimdir" gibi.

4- Sınıf, cins, taife manasına kullanılır. "Kadın milleti", "Şoför milleti" gibi.

5- Halk manasına kullanılır. "Bu millet, iyiye layıktır" gibi.

6- Kavim manasında kullanılır. Din, dil, tarih, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk demektir. "Türk milleti", "Arap milleti" gibi.

Milliyetçi demek, aynı dine mensup, aynı dili konuşan, ortak tarihi olan, aynı gelenekleri ve aynı kültürü olan, aynı ideale ve aynı vatana sahip olan kimse demektir. "Ben milliyetçiyim" demek yanlış olmaz. Kelimenin yalnız bir manasını düşünmek doğru değildir.

Sual: Fransa’dan yazıyorum. Mısırlı bir arkadaşım var. Bayrağını din gibi kabul etmektedir. Bayrağıma paçavra diyen kâfir olur diyor. Böyle sevgi ve ırkçılık olur mu?
CEVAP
Mısır bayrağının diğer bayraklardan farkı ne de, ona bez veya paçavra diyen kâfir oluyor? İster Mısır, ister Libya veya diğer milletlerin bayraklarına paçavra demek, uygun değilse de, kâfir olmayı gerektirmez. Her millet, kendi bayrağını sevebilir. Fakat ırkçılık yaparak, (Hangi milletten olursa olsun benim bayrağımı sevmeyen kâfir olur) demek çok yanlıştır.

Sual: Tesettüre riayet eden, namazlarını kılan Müslüman bir çingene kızıyım. Müslüman bir Türk ile evleneceğim. Fakat babam, ırk ayrımı yapıyor, (ileride sorun çıkar) diyor. Dinimizde ırk ayrımı var mıdır? (Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü doğru mu?
CEVAP
Türk, Arap, Ermeni, Fransız nasıl bir ırk ise, çingene de bir ırktır. Türkün, Arabın Müslümanı ve başka dinden olanı olduğu gibi, çingenelerin de, Müslümanları ve başka dinden olanları vardır.

Dinimizde ırk ve renk ayrımı yoktur. Allah indinde, Müslüman bir çingene, Müslüman olmayan bir Türk kralından çok üstündür. Biri ebedi Cennetlik, öteki ebedi Cehennemliktir. Hiç mukayese kabul eder mi? Siyah olan Bilal-i Habeşi, beyaz Ebu Cehil'den çok üstündür.

(Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü, cahillerin uydurdukları çirkin bir iftiradır. Bir kimse nasıl cünüp olursa olsun, gusledince, yıkanınca temiz olur.

İkiniz de İslamiyet’in emirlerine uyduğunuza göre, hiçbir sorun çıkmaz. Evlenmeniz çok iyi olur. Mutluluklar dileriz.

Sual: (Irkçılık yapan bizden değildir) ne demek?
CEVAP
Biz Müslümanlarda ırk üstünlüğü yoktur. Buna rağmen, iyi kimseler geldiği için Arabı severiz, Türkü severiz. Sevmemizin mahzuru olmaz. Fakat Müslüman bir Arabı, Müslüman Fransızdan üstün tutamayız. Böyle bir ırkçılık yapmak dinimize aykırıdır. Hele Hristiyan bir Türk, Müslüman Araptan üstündür demeyiz. Böyle söyleyen Müslümanlıktan çıkar.

İslamiyet hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslam dininde, Allahü teâlânın huzurunda herkes birbirine müsavidir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslüman ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakir, bir beyaz ile bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler.

Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz Türk kraldan üstündür. Kâfir kral, ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçi ise, ebedi Cennette kalacaktır.

Yahudi kendini asil bilir. Hristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Bu sebepten de, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır:
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) (Thomas Clayton – Amerika)

Yunus Emre ve hoşgörü
Sual: Yunus Emre’yi kötüleyen biri, (Bir taraftan “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek hoşgörülüğünü sergilerken, bir taraftan da, “Beş vakit namaz kılmayan, bilin Müslüman olmadı, ol Cehenneme girse gerek” diyerek müsamahasızlık çukuruna düşmüştür. Hoşgörünün zirvesine çıkmak gerekir) diyor. Hoşgörü ne demektir?
CEVAP
TDK’nın sözlüğünde, (Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu) deniyor. Dikkat ediniz, her şey deniyor. Her şeyi anlayışla karşılamak diye tarif ediyor. Yine TDK’da, Mezhebi geniş ifadesini tarif ederken, (Namus konusunda aşırı hoşgörülü davranan kimse) deniyor.

Yunus Emre’yi kötüleyen kimseye göre, hoşgörü denilen şeyin bir sınırı yoktur. Ne kadar hoş görülürse, o kadar iyidir. Halbuki sınırsız hürriyet gibi, sınırsız hoşgörü de çok yanlıştır. Kötüler hoş görülür mü? Anarşistler ve diğer suçlular hoş görülürse, toplumun nizamı nasıl sağlanır?

Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Zaruret olunca, onlara dostluk göstermek de caizdir. Sevmemek ayrı, onları üzmek ayrı şeydir. Din adına, kâfirin, kâfirliğini hoş görmek tehlikelidir. Allahü teâlâ, bu kimsenin anladığı manada hiçbir Müslümanı hoşgörünün zirvesine çıkarmasın!

Tarak dişi gibi eşit
Müslüman, dinimizin izin verdiği ölçüde hoşgörülü olur. Bunun azı da, çoğu da zararlıdır. Yunus Emre hazretlerinin, “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek yetmiş iki millete aynı gözle bakması, dinimize aykırı değildir. Çünkü dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir)buyurulmuştur. (İbni Lal)

Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup ebedi saadete kavuşabilir, Müslüman da, maazallah küfre düşüp Cehennemlik olabilir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, (Gel, gel, her kim olursan ol gel, müşrik, mecusi olsan veya puta tapsan da gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan da gel) diyor. Manası, (Gel sana Müslümanlığı öğreteyim de gerçeği gör) demektir. Çünkü Allah için olmayan sevgi ve düşmanlığın hiç önemi yoktur. Hadis-i şerifte, (İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubbi-i fillah, buğd-i fillahtır) buyuruluyor. [Ebu Davud]

Yani, Müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır dua etmek ve din-i İslam’ı beğenmeyenleri, İslamiyet’e ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidayete kavuşmaları için dua etmektir. Buğd, sevmemek, düşmanlık etmek demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık etmek demektir. Bunun zıddı ise “Hubb-i fillah”tır. Allah için sevmek, Allah için dostluk etmektir.

Irkçılık nedir?
Sual: (Irkçılık yapan bizden değildir) buyuruluyor. Ne yapmak, ırkçılık olur?
CEVAP
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.

İnsan ve Müslüman
Sual: (Önce Türküm, sonra Müslümanım) veya (Önce insanım sonra Müslümanım) demek, dinimize göre doğru mudur?
CEVAP
Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. İslamiyet’te Müslüman olmayan kimseye kâfir denir. (Önce insanım) demek de, (Önce Türk’üm) demek gibi yanlış bir sözdür. Kur’an-ı kerimde, (Kâfirlerin hayvan gibi, hattâ daha aşağı) olduğu bildiriliyor. Hayvandan aşağı olanla, Müslüman hiç kıyas kabul eder mi? Hiçbir şey Müslümanlıktan önceye alınamaz. Allahü teâlâ, (Müminler kardeştir) buyuruyor. (İnsanlar kardeştir) veya (Türkler kardeştir) demiyor. Müslüman Türk’le, komünist Türk nasıl kardeş olur? (İnsanlar kardeştir) sözü bundan daha yanlıştır. Bu söz dünyadaki kâfirlere yaranmak için söylenmiştir. Mezhepsiz Mevdûdî de, (Hilafet ve Saltanat) isimli kitabının 68. sayfasında, (Benim nazarımda bütün insanlar eşittir. Bizden olsun veya olmasın) diyor. Bu, masonluğa veya hümanizme uygun bir sözdür. Aslında masonlar da, hümanistler de, Müslümanlığa tahammül edemezler, ama (Bakın, biz herkesi kucaklıyoruz) intibaını vermek için inançlarını gizlemeye çalışıyorlar.

“Irkçılık yapan bizden değildir”
Sual: (Irkçılık yapan bizden değildir) hadisine göre ırkçılık küfür müdür?
CEVAP
Irkçılığın yapılış şekli önemlidir. Irkını dininden üstün tutarsa mesela, (Dinsiz bir Türk, Müslüman olan bir Yunan’dan, İngiliz’den veya Ermeni’den daha üstündür) deniyorsa küfür olur, çünkü Müslümanlık kötülenmiş oluyor.

Bir insanın, kendi kavmini, ırkını sevmesi küfür olmaz. Türk Türk'ü, Kürt Kürt'ü, Alman Alman'ı daha çok sevebilir. Bu, insanın kendi Müslüman akrabalarını, hemşerilerini daha fazla sevmesine benzer. Sevmek ayrı, (Benim ırkımdaki kâfir de olsa, başka ırktan olan Müslümandan daha üstündür) demek ayrıdır. Sevmeyi ırkçılık olarak kabul etmemelidir. Müslüman Türk’ün tarihteki kahramanlıklarını okuyunca göğsümüz kabarıyor. Yine Müslüman bir hemşerimizle karşılaşınca da sevinmesi ırkçılık değildir. Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.

Irkların meydana gelişi
Sual: Bütün insanlar, Hazret-i Âdemin neslinden geldiğine göre, zenciler ve diğer ırkların nasıl meydana çıktığını açıklar mısınız?
CEVAP
Biyolojide modifikasyon denilen görünüş değişikliği yanında, mutasyon denilen genlerde değişiklik olayı vardır. Beyaz insandan siyah, esmer veya sarı insanların türemesi mümkündür. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraktan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı da halis ve temiz oldu.) [Ebu Davud]

Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü
Sual: Yunus Emre’nin, (Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü) sözü için bazıları, (Türk olmayanları hoş göremeyiz) diyorlar. Yunus Emre gibi, ırk farkı gözetmeden yetmiş iki milleti, insan olarak değerlendirmek yanlış mıdır?
CEVAP
Yunus Emre gibi büyük zatların sözlerine hemen yanlış demek doğru olmaz. O sözü ne maksatla söylediği anlaşılırsa yanlış olmadığı meydana çıkar.

Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni Lâl)

Bir milletin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah indinde en üstününüz, takvâda en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13]

Bir hadis-i şerif:
(Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya da üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.)[İbni Neccar] (Acem, Arap olmayan demektir.)

Dinimiz, (Üstünlük takvâ iledir) buyururken, bunun aksini söylemek bir Müslümana yakışmaz.

Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup cennetlik olabildiği gibi, Müslüman da, Allah korusun küfre düşüp Cehennemlik olabilir. Kâfire bu gözle bakarsak, kendimizi ondan üstün bilemeyiz. Kâfir olduğu için sevmemek ayrıdır.

Din sahibi olmak
Sual: Din sahibi olmak, dini her şeyin üstünde tutmak, milliyet ve kavmiyet fikrinden daha üstün değil midir?
Cevap: Resûlullah efendimize "İslâmiyet nedir?" diye sorulduğunda;
(Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahluklarına acımaktır) buyurmuştur. Resûlullah efendimizin bu hadîs-i şerifte gösterdiği ışıklı yolda ilerleyen insanlar, hangi kavimden, milletten, dinden olursa olsun, Allahın kullarının haklarına dokunmanın, ahirette büyük suç olacağını bilirler. Bunlardan kimseye zarar gelmeyeceğini tarihî vesikalar açıkça göstermektedir. İslâmiyette şahısların ve cemiyetin menfaatlerine çalışılmakla beraber, Müslümanların gayesi, bu menfaatlerden daha üstün ve ilahi bir şeydir. Menfaati düşünmek, lâzım ise de, bunu her gayenin üstünde görmek ayıp, kusur ve bir egoistlik olduğu gibi, dinden ayrı olan milliyet hissini her şeyin üstünde görmekle de, bu egoistlikten kurtulamaz. Böyle olan milliyet hissi ile hareket eden kimse, kendinin de o milletin içinde olduğunu düşünmüş, bunun için az çok egoistçe hareket etmiştir. Müslümanları harekete getiren maksat ise daha temiz ve necibdir. Her şeyin üstünde olarak, din için, Allah için çalışan her Müslüman, büyük bir aşk ve fedakârlıkla hareket eder. Milletinin yükselmesi daha kolay ve sağlam olur. Başka milletlere de zararı dokunmaz. Müslüman, her adımını Allah için atan, her hesabını Allah için yürüten bir insan demektir. Böyle bir insanın ne kendine, ne de başkasına zararı olamaz. Hâlbuki, dini ve Allahı bırakıp da, dinden ayrı olan milliyeti düşünenler, başka milletlere karşı, hakka ve adalete bağlı davranmayabilirler. Din sahibi olmak, Fransızların; “Chacun pour soi et Dieu pour tous”, "Herkes kendi menfaatini kollar ama Allah her kulunu kollar" atasözünde olduğu gibi herkes için faydalı olmaktır


TÜRKÇÜLÜK
 
http://www.necmettinerbakan.net/haberler/turkculuk-ve-milliyetcilik-tartismalari.html

“Türk Milleti”: Necip Türk kavminin yüksek inancı, insani amaçları ve kahramanlık damarıyla
Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki, Ortadoğu’daki farklı köken ve kültürdeki insanları
İslamiyet mayası, adalet kimyası ve devlet-medeniyet DNA’sıyla meczedip bütünleştirdiği
ve bütün dünyanın böyle bilip tarif ettiği, tarihi ve tabii gerçekliğin ifadesidir.
Türk Milleti kavramı; Kürtleri, Çerkezleri, göçmenleri asla inkâr ve istihfaf (hafife alma) değildir
hatta hepsini barındıran ve onurlandıran bir tariftir.
Anadolu coğrafyasını Türkiye, saydığımız asil ve aziz toplulukları
Türk Milleti yapan bu şanlı ve şanslı kavmin varlığını ve kurucu rehberlik payını inkâr etmek
hem kaderin taksimine itiraz gafleti, hem de fiili birlik ve dirliğimizi dinamitleme girişimidir.
Bunun yanında İslam’ı dışlayan veya “Türklüğün aksesuarı” gibi yaklaşan kesimler de
hem milletimize, hem de yüce dinimize karşı en büyük kötülüğü işlemektedir.
Üstelik bu satırları yazan kardeşinizin bir tarafı ZAZA kökenli
dir


Fikirleri ve felsefesi çok tartışılan ve zaman zaman yine gündeme taşınan Nihal Atsız’ın Türkçülük anlayışını, inanç dünyasını, karakter yapısını; ciddi ve gerçekçi bir araştırmayla, üstelik net bir tavırla ortaya koyan, böylece hem Nihal Atsız’ın hem de düşünce tarzının daha iyi anlaşılmasına kolaylık sağlayan bir kitaba “Son Türkçü Atsız” isminin koyulmasını anlamlı bulmamıştım. Acaba Onun Türkçülük anlayışı akla, mantığa, vicdana, İslam’a ve bilimsel dayanaklara aykırı bulunduğu için mi, Milliyetçi kesimlerce terk edilmişti ve bu yüzden Nihal Atsız’la bu akım sona ermişti? Yoksa halkımızın Milliyetçilik damarı tamamen kuruyuvermişti de bu nedenle mi yeni Nihal Atsız’lar yetişmemişti? Sorusuna kapı aralandığı kanaatine varmıştım. Bu ikincisini kabullenmek topyekün Milletimize haksızlık ve hakaret sayılacaktır. Hiçbir insanın her görüşü iyi veya her yönü kötü değildir; Nihal Atsız da Türk Milletinin bağımsızlık ve bekası, devletimizin güçlenip kalkınması, bilinçli, bilgili ve sağlıklı nesiller hazırlanması hususunda belki samimi gayretler ve gayeler taşımıştır. Ancak bu hedeflere nasıl ulaşılacağı konusundaki düşünce ve yöntemleri aklıselime, bilimsel verilere, tarihi ve sosyolojik gerçeklere, ortak vicdani kanaatlere ve tabi İslami prensiplere aykırıdır.

Böylesi şahsiyetlerin İslam’a, Kur’an’a ve Şeriata bu denli karşı olmalarının bir nedeni de; maalesef Kur’an’ı yanlış yorumlayan, Resulullah’ı yanlış tanıtan; aklıselime, müspet bilime, doğal yaşam prensiplerine ve çağdaş gereksinimlere aykırı fetvaları ve taklitçi uygulamaları din diye dayatan yobaz kişilerin ve bağnaz kesimlerin tavrıdır. Oysa asırlar öncesi şartlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda Kur’an’dan ve Sünnetten çıkarılan ve Şeriat kitaplarında yer alan kuralları, yüzlerce kat gelişmiş ve değişmiş olan bugünkü standartlara uydurmaya çalışmak boşuna bir çabadır. İnsanda hayranlık uyandıran ve çok kompleks bir yapıda yaratılan hücrelerden, genlerden gezegenlere, milyarlarca canlı türlerinden galaksilere, oldukça mükemmel tabiatın ve muhteşem kainatın kör tesadüfler sonucu kendiliğinden oluşamayacağını düşünen her akıl sahibi, sonsuz kudret ve rahmet sahibi Allah’ın varlığını elbette inkara kalkışmayacaktır. Ancak, insanı farklı ve faziletli kılan Yüce Allah’ın, herhalde bir dini, düzeni, prensipleri, elçileri ve emirleri olduğu da muhakkaktır. Birbirleriyle daha kolay tanışmaları, dayanışmaları ve farklı meziyet ve marifetlerinden yararlanmaları için değişik kavim ve kabileler şeklinde yarattığı insanlardan bazısını diğerlerinden üstün ve ayrıcalıklı kılması ve bir toplumun kendilerini başkalarını hor görmeye ve sömürmeye layık bulması; Allah’ın adaletine aykırıdır ve böyle düşünmek zaten ırkçılıktır. Mustafa Kemal’in yüzlerce şiir içinden özellikle ve bilinçli bir tercihle Milli marş olarak seçtiği İstiklal Marşımızın şairi merhum Akif’in müspet milliyetçilik anlayışı haklı ve kaynaştırıcı iken, İslam’ı dışlayan ve suçlayan Türkçülük yaklaşımı, milli ve manevi dinamikleri kısırlaştırıcı ve bünyemizdeki diğer kavim ve kökenleri kışkırtıcıdır.

Unutmayalım ki önemli ve kıymetli şeylerin taklidi üretilir, her zaman gerekli ve geçerli olan değerler istismar edilir.

 • İSLAMİYET, çok değerli ve gerekli İlahi ve evrensel bir müessesedir; bu nedenle istismar edilir. Günümüzde: 1- Ilımlaştırarak 2- Katılaştırarak din istismarı sürdürülmektedir. Bazı ılımlı-Protestan cemaatleri ve tarikatları da, El Kaide tipi radikal anarşi örgütlerini de aslında aynı odaklar besleyip yönlendirir.

• Müsbet MİLLİYETCİLİK de; oldukça önemlidir ve bir toplumun nefsi yerindedir. Her insanın nefsi; kendi haklarını ve çıkarlarını savunmak, tehdit ve tecavüzlere karşı haysiyet ve hürriyetini korumak için elbette gereklidir. Ama sapıtıp azgınlaşırsa nefis insanın başına bela getirir. Kendi şerefine ve ailesine sahip çıkmayanlara “NEFİSSİZ” denir. Bunun gibi Milliyetçilikte bir toplumun izzeti nefsidir, haysiyet ve hürriyetini koruma refleksidir. Milliyetçilik iki türlü istismar edilir:

1- Irkçılık yaparak ve İslam’dan soyutlaştırıp yozlaştırarak nefret ettirilir. Oysa İslam Aziz Milletimizin birlik mayası, dirlik kimyası ve hatta devlet ve Medeniyet DNA’sı yerindedir.

2- Müsbet milliyetçiliğin ve tarih boyunca bizi dünyaya şerefle tanıtıcı meşhur ve meşru sıfatımız olan Türk kimliğinin, kasıtlı ve ısrarlı bir tavırla ırkçılık gibi gösterilmesi ise, ikinci bir tehlikedir.

• Ve MUSTAFA KEMAL; şanlı Kurtuluş ve yeniden kuruluş Mücadelemizin öncü şahsiyeti; tarihi direniş ve talihli diriliş hamlemizin simgesidir; bu nedenle iki türlü istismar edilir:

1- Kimileri Onu tabulaştırıp, putlaştırıp, hatta bazen tanrılaştırıp; kendi dinsiz ve Darwinist ideolojilerine ve masonik hedeflerine Atatürk’ü alet ve toplumu nefret ettirmektedir.

2- Ama kimileri de, Atatürk’ü din düşmanı gösterip, halkımıza onun rejiminden kurtaracaklarını vaad edip; emperyalizm ve Siyonizm uşaklıklarına sahte dindarlıklarını bir kılıf olarak geçirmektedir.

Oysa Atatürk İslam’a değil, yozlaşmış bazı kurallara ve koflaşmış kurumlara karşı birisidir.“Şeriat” diye on üç asır öncesi Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı döneminin şartları ve ihtiyaçları için Kur’an ve Sünnetten çıkarılan fetvaları bu güne aynen uygulamaya kalkışmak divaneliktir ve mümkün değildir. Ancak: Aklı Selimin, Müsbet bilimin, vicdani tatmin ve kanaatin, tarihi birikimin, Kur’an’ı Kerim’in ve Peygamber öğretilerinin, hepsinin ortaklaşa gerekli, güzel ve yararlı bulduğu doğruları esas alarak ve bunlara aykırı yanlışlardan sakınarak, çağımızın ihtiyaçlarına ve Milli yapımıza uygun adil bir düzen kurmamız; böylece Din ile Devleti karıştırmak değil, ama barıştırmamız ve geçmişimizle geleceğimizi uzlaştırmamız önemlidir.

Mustafa Kemal’in samimi inancının, Allah’a bağlılığının ve Kur’an’a saygısının resmi tescilli belgesi İstiklal Marşımızdır. Çünkü “Bu Ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” dizelerini barındıran Mehmet Akif’in şiirini, yüzlerce şiir arasından özelikle ve bilinçle seçmiştir. Merhum Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşımızdaki “kahraman ırkıma bir gül”dizelerindeki ifadeleri asla ırkçılık kasıtlı değil, Türklerin kahramanlık damarını vurgulamak ve kamçılamak içindir. Çünkü Akif’in ırkçılığı reddedip lanetleyen şu mısraları onun müspet milliyetçilik kanaatinin belgesidir :

“Hani, milliyetin İSLAM idi… Kavmiyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine
“Arnavutluk” ne demek,var mı şeraitte yeri
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri 

Arabın Türk’e; Laz’ın Çerkes’e, yahud Kürt’e
Acemin Çinliye rüchanı varmış. Nerde
Müslümanlıkta “anasır” ( ırkçılık )mı olur muş Ne gezer
Fikri kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber”[1] 

Tarih bir milletin ortak beyni ve birikimidir. Geniş bir hendeği atlamak için hızlanmak üzere biraz geriye gidildiği gibi, yeni ve Milli atılımlar için de tarihimizden hız ve heyecan almamız ve geleceği geçmişin üzerine kurmamız gerekir. Bu nedenle özellikle yakın geçmişimizdeki, örneğin Sultan Vahdettin’le Mustafa Kemal gibi şahsiyetleri düşman gösterip boğuşturmak yerine, onları uyuşturmak ve kutlu gelecek inşasına uygun yorumlamak daha hayırlı ve yararlı bir düşüncedir. Yoksa bir tarafın birisini hain, karışı tarafın diğerini kâfir saydığı ve kamplaştığı bir toplum, mutlu ve güçlü ortak bir gelecek nasıl inşa edecektir?

Ben şimdi Nihal Atsız’ın şahsi hayatı ve hatırası değil, fikir ve felsefe yapısı üzerinde durmak istiyorum.

Açık İnkârcılığı ve Katı İslam Karşıtlığı

Nihal Atsız, “Kur’an’ın Allah kelamı değil, Muhammed’in kendi talimatı olduğunu”savunmaktadır. Yani ona göre Hz. Muhammed “Ben Peygamberim” diye ortaya çıkıp halkı aldatan, haşa bir sahtekâr konumundadır.

Atsız Mecmua'nın 12. sayısında yayınlanan "Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz" adlı makalesinde "Dilimize önce Allah girerek Tanrı’yı kovdu. Arkasından 'Muhammed' geldi" diyerek derin kinini göstermektedir.[2] Yine Atsız Mecmua'nın 17. sayısında çıkan "Çanakkale Savaşı" adlı makalesinde, gençliğin bir gemiyle eğlenip içerek Çanakkale’ye gitmesini eleştirir ve Türk gençliğine şöyle seslenir: "Sen Arap Muhammed'in mezarını artık bıraktıktan sonra senin kâben Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? Sen kâbene, rahat bir geminin içinde cazbant dinleyerek mi, yoksa yalçın yollarda vaktiyle Çanakkale'de Türk vatanını korumaya koşanların çektiği zahmeti çekerek, yayan mı gitmek istersin?”[3] (sh: 530)

Önce; “Kur’an’ın Muhammed’in talimatı” olduğunu söylemek Hz. Peygamberin kendi kafasından kurguladığı şeylerle, bunlar Allah kelamı diye insanları aldattığını iddia etmektir. Ki bu Onu -haşa- yalancılık ve sahtekârlıkla ithamla eşdeğerdir. Ve zaten o günün müşriklerinden günümüzün Haçlı müsteşriklerine kadar bütün kâfirlerin ortak iftirası: “Kur’an’ı Hz. Muhammed’in kendisi hazırlayıp, Allah bana vahyediyor diye halkı peşine takmasıdır.”

“De ki: ben ancak sizin gibi bir beşerim. Sadece bana, sizin İlahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor” (Fussilet: 6) “Sahibiniz (Peygamberiniz olan Hz. Muhammed AS. Asla Haktan) sapmadı ve azgınlaşmadı. O kendi kafasından ve havasından konuşmaz. O(nun söyledikleri) ancak (Allah tarafından) vahyolunan bir vahiydir” (Necm: 2-3-4)gibi yüze yakın ayetin ve yüzlerce hadisin haber verdiği gibi, Kur’an’ı Kerim, Hz. Peygamber Efendimizin kendi kurgu ve kuruntuları değil, bizzat Allah’ın vahyettiği gerçeklerdir. İmanın ve İslam’ın bu en temel hakikatini inkâr edip “Kur’an Muhammed’in talimatıdır” diyen birisi, bu açık inkarından sonra bir de kalkıp “İslam Türk’ün ve Turan’ın dinidir” demesi, inanmadığı İslam’ı istismar etme, aksesuar olarak değerlendirme ve halka hoş görünme niyetiyledir.

Maalesef şu soruların yanıtı bir türlü verilmemektedir: İslam dışı bir Türkçülük düşüncesinin: Hukuki kuralları, iktisadi esasları, siyasi (devlet ve hükümet sistemiyle ilgili) kanunları var mıdır, varsa nelerdir? Oturup bir “Türklük anayasası” yapılabilir mi? Haçlı Batıdan kopya edilen kanun, kural ve kurumlara biraz da İslam sosu ekleyerek uydurulup uygulanacak bir düzenle bu millet nereye varabilir?

Asrısaadetten günümüze Milyarlarca Müslümanın, milyonlarca evliya ve ulemanın: “Hz. Muhammed’in kendi uydurduğu söz ve hükümlere Allah kelamı diye aldanıp kapıldıklarını ve böyle bir yalanın ve sahtekarlığın peşine takıldıklarını” iddia edecek kadar sapıtanların, bu millete ve insanlık alemine verecekleri hiçbir şey olmadığı kesindir.

Hayat felsefemiz; Vahşi hayvanlar ve düşmanlarla dolu ormanlık bir alanda ve gece karanlığında, kurtuluş yolunu bulmak için: İman ışığımız, Kur’an haritamız, akıl pusulamız, Resulüllah rehberimiz, Müsbet milliyetçilik ise gayretimiz ve direncimiz yerindedir. Yüce Yaratıcımızın buyruklarına uyarak Onun rızasını aramak, ölüm sonrası sonsuzluk hayatına hazırlanmak; Ülkemize, milletimize ve devletimize sahip çıkıp hizmet sunmak amacıyla yaşamak ve insanlığın hayrına fedakârlıkta bulunmak yegâne hedefimizdir.

Aydınlık’ın karanlık kafalarından Özdemir İnce’nin “Kur’an’da değişiklik yapılmıştır” iması ve iftirası!

25 Ekim 2013 tarihli yazısında “Tanrı sözü (Allah Kelamı) olduğu için değişmez yasa olarak kabul edilen din kurallarının toplum ve bireyin beynini ve yüreğini taşlaştırdığını kabul etmeden laik olmak mümkün değildir. Böyle bir kutsal kurallar toplamının geçerli olduğu toplumda zaten demokrasinin “D”si bile hayat bulamaz” diyerek Dini Kurallara uydukları için bütün Müslümanlara “beyni ve yüreği taşlaşmış” şeklinde aşağılayıp hakaret yağdıran Özdemir İnce sapkını “İslam dininin kutsal kitabı Kur’an’ın vahiy yoluyla indiği ve Allah’ın kelamının hiç değişmediği, sadece bir iddiadır. Kur’an, Hz. Muhammed’in ölümünden yıllarca sonra derlenmiş ve kitaplaşmıştır. Bu süreçte her şey mümkündür” diyerek, Kur’an’ın Hz. Peygamberden sonra değiştirildiğini iddia edecek kadar kafirleşip saldırıyordu!

Şimdi asıl soru şuydu: Bu ulusalcı dönmelerle, bazı ırkçı Türkçülere: “Kur’an’ı Hz. Muhammed’in uydurduğu veya Ondan sonra bozulduğu” şeklindeki ortak kanaatleri hangi şeytanlar öğretiyordu?

Yavuz Bülent Bakiler, "Atsız Şamanist miydi?" başlıklı yazısında aynı konuya değinmiştir: "Sırrı Yüksel Cebeci'nin bir yazısı, bazı kafaları karıştırdı. Cebeci’ye göre Nihal Atsız ile Alparslan Türkeş'in arasının açılması, Atsız'ın, Türk'ün milli dini olarak Şamanizm’i kabul etmesinden doğdu. Atsız'ın Şamanizm’i karşısında Türkeş İslam'ı benimsiyordu. (sh: 531-532)

Nihal Atsız, “İslamiyet’in Türkleri gerilettiğine ve körlettiğine” inanmaktadır!

“Türklere milli mazisini unutturan önce Manihaizm, sonra da İslamiyet olmuştur. Gök Türklerden sonra 745'te Türkeli'nin başına geçip dokuz Oğuz-On Uygur ve kısaca Uygur denen Türklerin üçüncü kağanı Alp Külüg Bilge Bögü Kağan (759-780), 763'te Manihaizmi resmi din diye kabul etti. Onuncu yüzyılda kabul olunan İslamiyet de Milli maziye aynı darbeyi vurmuştur. Hem bu seferki darbe birincisinden daha yaman olmuş, maziyi unutmak faciası halk tabakasına kadar bulaşmıştır. (sh: 538)

Hele Türklerin İslamiyet’ten sonra büyük devlet kurabildikleri iddiası ise sadece gülünçtür. Çin seddinden Avrupa ortasına kadar uzanan büyük ve şanlı Hun Devleti yedi yüzyıl sürmüş; Çin'den Doğu ve Batı Roma'dan haraç almıştır. Basit bir barbar topluluğu ne bu kadar uzun yaşayabilir, ne de bu büyük ve medeni devletleri vergiye bağlayabilirdi. (sh: 543)

Tarihi gerçek şudur ki: Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Türkler sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır. (sh: 544)

Türklük bakımından komünizmle nurculuğun hiçbir farkı yoktur. İkisi de Türk Milletini ve kültürünü yok etmek için uğraşmaktadırlar biri Arapçılık davasıdır. Bunun farkında olmayan binlerce şuursuz Türk bu iki düşman ülkünün kucağına kurtarıcı diye atılmaktadır. Kıbrıs’ta Türkleri yok etmek için çalışan Rumlara Müslüman Mısır'ın silah yardımı yaptığı radyo tarafından resmen açıklanmıştır. Buna rağmen hala İslam kardeşliği ve İslam birliği kuruntusu peşinde koşan beyinsizler varsa, gerçek Türkler, o gibilerin kasıtlı veya kasıtsız millet haini olduğunu bilmelidir.

 

• Millet ve vatan haini olmak için mutlaka askeri sırları çalarak para ile düşmana satmak icab etmez. Kendi milletinin düşmanlarına yani Araplara hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini inkâr etmek de hainliktir." (sh: 545) diyecek kadar İslam’a derin bir kin ve nefret taşımaktadır.

 

Yahudi karşıtlığındaki aşırılığı ve çelişkili tavırları:

 

1925 yılında İsmet İnönü, Türk Ocağı temsilcilerine yaptığı konuşmada şöyle der: “Görevimiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız."

 

Necmettin (sadak) 16 Eylül 1925 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan yazısında şunları söyler: “Türkiye’de yaşamak ve hayatlarını kazanmak isteyenler, dinleri ve ırkları ne olursa olsun, Türk gibi düşünmek, Türk gibi konuşmak ve Türk gibi yaşamak zorundadırlar."[4]  (sh: 283)

 

• “Yahudiler Lozan Antlaşması'nın kendilerine tanınan hakları düzenleyen 42. maddesindeki haklardan vazgeçerler. Bunun üzerine Bursa, Yakacık, Yalova ve Alemdağ'a kadar serbestçe dolaşmalarına izin verilir. Azınlıklar buralara sadece yazları gidebilirler ve sürekli ikamet edemezler, taşınmaz edinemezlerdi. Bir süre sonra da yeni Medeni Kanun kabul edilir. 1 Ağustos 1926'da Hahamhane'de 80 kişiyle bir toplantı yapılarak 42. maddeden feragat konusu görüşülür. Önemli bir ayrıntıdır ki, toplantı Türkçe yapılır ama toplantıya katılanlardan bir kısmı Türkçeyi bilmediklerinden İspanyolca ve Fransızca konuşurlar.

 

• 1927'de Elza Niyego cinayetinden sonra Yahudilere karşılık tekrar yükselmeye başlar. Cinayet şudur: Abdülhamit'in eski emir subayı olan evli ve 42 yaşındaki Osman Ragıp, 22 yaşında bir Yahudi kızı olan Elza Niyego'ya âşık olur. Osman Ragıp kıza evlenme teklif eder ama kız kabul etmez. Kızı öldüreceğini söyler. Kızın ailesi şikâyet eder. Bir ay hapiste yatar. Osman Ragıp hapisten çıkınca 17 Ağustos 1927 tarihinde Elza'nın yolunu kesip, boğazını keserek öldürür. Yahudiler olaya tepki gösterirler. Ancak tepkiler giderek gövde gösterilerine dönüşür. Sokaklarda Türklere hakaret eden sloganlar atılır. Kin gösterisi sergilenir. Cenazede Türklere hakaretlere devam edilir. Bunun üzerine resmi makamlar Yahudilere bazı tedbirler uygulamaya karar verirler. Gösteri yapan bazı Yahudiler gözaltına alınırlar. Yahudilerin taşkınlıkları ve hakaretleri karşısında Türkler de tepki gösterirler. Edirne Uzunköprü'de Yahudilere ait evler taşlanır. İzmir'de olaylar olur. Bu olaylardan dolayı Rumlara, Ermenilere uygulanan serbest dolaşma yasağı 29 Ağustos 1927'den itibaren tekrar Yahudilere de uygulanmaya başlanır. Ancak bir süre sonra kaldırılır. Elza Niyago olayları tekrar Türkleşme ve Türkçe konuşma konularını öne çıkarır. (sh: 284)

Oysa bütün kanunlara, siyasi ve toplumsal olaylara, propagandalara rağmen biz Kırgız'ı kardeş, Yahudi'yi de köpek Çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgız’ın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudi’nin ise bize düşmanlıkla yoğrulduğunu biliyor, seziyoruz...

"Buradaki Yahudi de her yerde tanıdığımız Yahudi'dir. Sinsi, zelil, korkak, fakat fırsat düşkünü Yahudi... Kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda k.pekçe yaltaklanan, bozgun çağlarımızda küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve p.ç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz... Kurtuluş Savaşında Bursa'ya Yunanlılar girerken kocaman bir Yunan bayrağıyla onları karşılayan fakat Türkler Bursa’yı geri alırken aynı bayrağı ordumuzun ayakları altına seren bu vatansız Yahudi'dir... Yahudi şimdiye kadar hiçbir kötülük görmediği Türk'e düşmandır. Çünkü onun mayası Yahudilik, yani kahpeliktir. Türkeline [Türkiye'ye] 'eroin'i dost(!) bir milletin genelkurmayı sokuyor, onun Türkiye'deki komisyonculuğunu da Ermeni ve özellikle Yahudi vatandaşlar yapmıyor mu?..[5] (sh: 295-296)” diyerek katı ve aşırı bir Yahudi düşmanlığı sergileyen Nihal Atsız’ın, Türkçülük akımının Yahudi üstatlarını ve çıraklarını aklamaya çalışması, onun çelişkili tavrını yansıtmaktadır.

“Gökalp'in Yahudi asıllı Durkheim'den bazı sosyal fikirler almış olması onun Yahudi istismarcılığına alet olduğunu göstermez. Her bilgin, her filozof, her fikir adamı, hatta her peygamber kendisinden önce gelenlerden bazı unsurlar alır. Nitekim İslam Peygamberi de daha öncekilerden bazı şeyler almış ve onların devamı olduğunu söylemiştir”

“Bir de Moiz Kohen adında bir Yahudi’nin Gökalp'in etkisinde kalarak 'Turan' adlı bir kitap yazması vardır ki bu da Ziya Gökalp'in etki gücünü gösterir. Nitekim yine bir Yahudi olan Halide Edip de Ziya Gökalp'in etkisinde kalarak 'Yeni Turan' diye bir roman yazmıştır” (sh: 549) (Not: Atsız gerçeği çarpıtıyor, çünkü aslında Ziya Gökalp Moiz Kohen’lerin etkisindedir.)

Nihal Atsız’a göre “İslam Türklüğün esası değil, aksesuarı ve istismar aracıdır.”

"Hiç Şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on yüzyıldan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şamani, birkaç yüz bin Hıristiyan ve hatta birkaç bin Musevi Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. (sh: 535)

• Dini taassubun dünyanın her köşesinde yerini müsamahaya bıraktığı günümüzde bile Hıristiyan, Şamani ve Musevi Türkler, hatta Şii-Alevi Türkleri bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde aydın mutaassıplar aramızda hiç de az değildir. (sh: 541)

 

Niçin Milletler Yahudilere Düşman olmuşlardır?

 • Burada esas şunu sormak gerekir: Neden tüm dünya, tarih boyunca Yahudilerden şikâyetçi olmuş, onları ülkelerinden kovmuş ve istememişlerdir? Yani Yahudiler, içinde yaşadıkları ülkelerde ne yapmışlardır ki onlardan böylesine nefret edilmiş ve yok edilmek istenilmiştir? Bence esas bu soruya cevap verilmesi gerekir! Çünkü antisemitizmin cevabı bu soruya makul, objektif ve gerçeklere uygun verilecek cevaptadır. Aksi takdirde, bu tür soruları reddederek, öyle oldu, şöyle oldu diye acındırmalar ile sorun çözülmez; gerisi ezberden başka şey değildir! (sh: 301) sorusu, aslında gerçek sorunları da, çözüm yollarını da içinde barındırmaktadır.

 

İslam’dan ve Kur’ani kurallardan kaynaklanan Bediüzzaman düşmanlığı

“Türkçülük insanlara hiçbir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi bir şey vermiyor. Yalnız istiyor. Fedakârlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise cennet vaadinde bulunuyor. Ebedi saadet, cennette köşkler, yemekler, huriler vaad ediyor... Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar doğaldır ki Nurculuğu seçecektir. Nitekim bunu kendileri de söylüyor 'Türkçülük mezara kadar... Ondan sonra ne olacak?' diyor... Tabii ondan sonrasını kendilerine Kürt Said hazırlayacak. (sh: 571) sözleriyle Nihal Atsız Bediüzzaman’ın şahsında İslam’a ve Kur’an inancına saldırmaktadır.

Bediüzzaman’ın: “Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlahi hikmet denilen âlem makinesinin düzeni ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı'nın nurlu kanununun kurucusu olan ilahi hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emrediyor ki: Ayrılık, gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir genel ve milli cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslam ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla dengeyi ve genel uyumu koruyunuz” sözlerini Nihal Atsız şöyle çarpıtmaktadır:

“Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayali öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, yorumu yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açlıktan sonra onun bir İslamcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur... (sh: 571-572) Oysa “Milli bir cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi İslam ve Osmanlı şevket Güneşinin mevkibinde (yani yörüngesinde, Türkiye’nin kontrol ve güdümünde) parlak bir yıldız gibi…” ifadeleri; İslamiyet’e, Osmanlı Devletine ve bunların varisi Türkiye Cumhuriyetine Kürtlerin tabi olması gerektiğini vurgulamaktadır.

“Siz Türk ve Müslüman mısınız? Türk’seniz, hangi sebeple cahil bir Kürt’ün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda ‘Türkçe de dil mi?’ diyen ahmaklar, resmi dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Evet sizin göreviniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk iradenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı Türkiye’yi cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatinizle yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek, şeriatı Anayasa ve Medeni Kanun durumuna getirerek, evlenmeyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı getirip Arapçayı resmi dil yaparak, İslamiyet’ten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak Türklüğü yıkacaksınız” (sh: 573) sözleri maalesef ırkçı yaklaşımlı kışkırtmalardır. “Kur’an’ın Allah kelamı değil, Muhammed’in talimatı” olduğunu söyleyenlerin, bir de kalkıp “Bediüzzaman kendisine vahiy gelmiş gibi davranıp şirke düşmektedir” iddiaları tam bir tutarsızlıktır.

Hâlbuki Üstat Bediüzzaman Hz.leri “…Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp…”[6] ifadesinde “milleti” din yerine değil, kavim karşılığı kullanmıştır.

Ve yine:

“Bahusus bazıların milli gururları Hz. Ömer’in (ra) darbeleriyle dehşetli yaralandığından… Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas (sinsi ve siyasetçi) bir kısım ve münafıklar (Müslüman görünüp, ırkçılık damarlarını tahrik ederek) o halet-i ictimaiyeden istifade ettiler”[7]ifadelerinde ise milliyeti din karşılığı değil, kavmiyetçilik anlamında kullanmıştır.

Ve yine Bediüzzaman:

“(Batı dünyası) Her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının hayat damarlarına kuvvet vermeye (dünyanın her yerindeki Hıristiyan ve Yahudileri gözetmeye ve misyonerlik faaliyetlerini yürütmeye); ama İslamların en can alıcı hayat damarlarını (ekonomik, askeri ve ahlaki güç ve imkânlarını) kesmeye çalışıyor… (Hala) görülmüyor mu ki: en hürriyetperver (demokrasi havarisi) maskesini giyen (İngiliz ve Amerika) ellerini uzatıp arıyor, nerde bir Hıristiyan bulsa (sahip çıkıp) hayat veriyor… İşte Habeş(istan’da) Sudan(da)… İşte Lübnan’da… İşte Arnavutluk’ta işte Kürt ve Ermeniler (arasında), işte Türk ve Rumlar (arasında): nerede ve ne kadar gizli açık Hıristiyan ve Yahudi varsa, batılılar sadece onlara destek verip sahip çıkıyor ve Müslümanlara karşı kışkırtıp kullanıyor.” (Sünuhat, 7 yıl önce yazılan bir risalenin zeyli, 2. Sebep) tespitleriyle, Yahudi ve Hıristiyanların sadece kendi dindaş ve yandaşlarına yardım ettiklerini, hatta Kürtler ve Türkler içinde de gizli Yahudi ve Hıristiyanların mevcudiyetini açıkça ifade etmektedir.

Menfi ve şeytani kavmiyetçiliğe ve özellikle “Kürtçülüğe ve bölücülüğe” şiddetle karşı olan Bediüzzaman, şunları söylemektedir:

“(Ey Kürt Kardeşlerim!) Emin olunuz, biz Kürtler başka (ırklara) benzemiyoruz. Yakinen biliyoruz ki: (Bizim) içtimai (sosyal ve siyasal) hayatımız (hürriyetimiz ve rahatımız, ancak ve sadece) Türk (kardeş)lerimizin hayat ve saadetinden neşet eder. (Türklerden ayrı bir devlet ve bağımsız bir hükümet arzusu, Kürtlerin felaketi demektir.)” (Münazarat)

Buna rağmen Bediüzzaman’ı Kürtçülüğe ve bölücülüğe alet etmek isteyenler, sadece sahtekârlık etmektedir. Hatta Bediüzzaman; İttihat ve Terakkicilerin (ve cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in) Türkleri ve Kürtleri tek millet şeklinde ilan etmelerini ve bu siyasetlerini övmekte ve “iyi ki mecz edip birleştirdiniz” demektedir. (münazarat)

Irk üstünlüğüne dayanan ve İslam’dan uzak duran kavmiyetçilik düşüncesinin Türk milletini yozlaştırmak ve Batılılara köle yapmak için kışkırtıldığını söyleyen Bediüzzaman:

“(Dünyanın) Neresinde Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi” “Ey Türk kardeş!... Sen, bilhassa dikkat et! Senin milletin İslamiyet’le (öylesine) imtizaç edip (kaynaşmış ki), ondan (Türk Milliyetçiliğinin İslam’dan ve Kur’an’dan) ayrılması asla mümkün değildir. Şayet ayrılmaya kalkıştığında, mahvu perişan olacaksın demektir.”[8] sözleriyle milletimizi ikaz ve irşat etmektedir.

İstiklal Şairimiz merhum Mehmet Akif’ten uyarlanan:

“Hani, milletin İslam idi; kavmiyetçilik nedir?

Irkçılık yapanların hıncı, bilesin ki dinedir!..

Türk, Kürt, Arab diye ayırmak, var mı İslam’da yeri?

Fesatçılık olur vallahi, ırkı sürmek ileri..

Arab’ın Türk’e, Laz’ın Kürd’e, üstünlüğü, ne haber,

Küfür diye lanetliyor, öğren, Hazreti Peygamber”

Dizeleri ne kadar yerindedir…

Nihal Atsız’ın çelişen Amerikan gıcıklığı ve NATO yandaşlığı!

Birleşik Amerika hakkında: “Siyasi ahlakları sıfırdır. Hem demokrasi havarisi geçinir, bütün milletlerin demokrat olmasını ister, Zenci devletlerinde seçim yaptırmak için yırtınır, faşizm ve komünizme karşı cephe alır, hem de kendi vatandaşları olan, savaşlarda Amerika için kan akıtıp, Olimpiyatlarda birincilikler sağlayan Zencilere köle muamelesi yapar... Amerika'da olup da başka yerde olmayan şeyler yalnız rezaletle cıvıklıktır. Neden böyle? Çünkü henüz millet olamadılar. Amerika büyük değil, iridir. Avrupa’dan giden maceracı, serseri, katil, hırsız güruhu ile bu güruhun kadın ihtiyacı için ithal olunan malum seviyedeki dişilerin neslinden geldikleri için böyledirler. Onları parlak gösteren şey sonsuz servetlerdir. Bu servetle dünyanın en büyük ve en iyi bilginlerini, uzmanlarını kendi memleketlerine toplayabiliyorlar. (sh: 590)

. Birkaç günde başarabileceğimiz Kıbrıs çözümüne engel olarak onu cihan çapında bir mesele haline getiren, binlerce Türk'ün acı ve sefalet çekmesine sebep olan ve kendisi de bir çözüm yolu bulamayan Amerika bizim dostumuz mu? (sh: 591) diye soran ve sorgulayan Nihal Atsız’ın NATO taraftarlığı kafaları karıştırmaktadır.

NATO’ya Hayır. Peki Sonra?

"Çoğu üniversiteli olan bir takım gençlerin aylardan beri şuraya buraya kireçle ve büyük harflerle 'NATO'ya Hayır' diye yazdıkları görülmektedir... Diyelim ki gençler yüzde yüz doğru düşünüyor... NATO’ya girmek yanlıştır. Çıkalım ve NATO'nun verdiği silahları geri göndererek üsleri, rampaları, alanları ortadan kaldıralım. Bununla komünizmin [Rusya'nın] Türkiye üzerindeki kötü niyetleri ve ihtirası dinecek mi? Moskof'un Türk'e düşmanlığı sırf Amerikan casus uçağı ve NATO rampaları yüzünden midir? Deli Petro zamanında ortada Amerika bile yoktu ama Moskof düşmanlığı vardı. Türk-Rus savaşlarının hepsine Moskoflar birer bahane bulmuşlardır. Bir zamanlar Türkiye’deki Hıristiyanların koruyucusu ve kurtarıcısı rolünde idiler. Bir zamanlar Boğazların kendileri için hayati değerini öne sürdüler. Şimdi de Amerika'nın Türkiye'deki üsleri birer bahane oldu... Rusların Türkiye’ye karşı tutumlarının sebebi tesis ve rampa meselesi değil, Türk-Amerikan ittifakıdır. (sh: 593) sözleriyle, Rusya ve komünizm tehdidine karşı ABD ve NATO ile ittifakı haklı gören Nihal Atsız’ın aynı gerekçelerle Amerika ve Avrupa’ya sarılan Nurcuları ve bazı tarikatçıları suçlayıp saldırmaya ne hakkı vardı?

İslam ve Şeriat düşmanı komünist Yaşar Kemallerle Irkçı Nihal Atsız’ın samimi yakınlığı! Yaşar Kemal’i Anlayan Tek Adam’mış!?

Atsız'ın oğlu, 1975-81 yılları arası Yaşar Kemal ile sıkı ahbap olmuş. Yaşar Kemal, Yağmur Atsız'ın Köln'deki evinde kalırmış. Yaşar Kemal Atsız’ın ölümünden birkaç yıl sonra Yağmur Atsız'a, Atsız'la ahbap olduklarını şöyle anlatmış:

"Biliyor musun ben senin babanla da rakı içerdim... Hem de öyle ağım şahım yerlerde değil, ikindi üzerleri zaman zaman Sirkeci’deki meyhanelerde buluşup rakılar ve laflardık. Sonra o Karaköy’den karşıya geçerdi... Benim İnce Memed’i okumuş ve çok hoşuna gitmiş. Ben bu gençle tanışmak istiyorum demiş. Götürüp tanıştırdılar. Birbirimizden hoşlandık. O tabii ki benim Komünist olduğumu biliyordu. Bende onun Turancı olduğunu. Ama yine de iyi anlaştık. Zaten öyle olmasa buluşup rakı içmemiz mümkün mü?.. Çok şey konuşurduk ama o Türkmenleri merak ederdi. Anlatırdım. Ben de sık sık Turancılık hakkında sorardım." (sh: 607) şimdi insan düşünmeden edemiyor; acaba kafatasçı ırkçıların ve ulusalcı solcuların ortak paydası: İslami kurallara düşmanlık mıydı?

Sadece Müslüman oldukları ve İslami kurallara uydukları için gizli Osmanlı düşmanlığı: “Sultan Vahdettin – Kara Kağan – Hain Başkan!”

“Bin yıl geçiyor. Gene kötü günler geliyor. Yine bir Kara Kağan, yine küçük adamlar, yine el dalkavukları... ve tarih: 30 Ekim 1918. Osmanlı mütareke imzalıyor. Delegemiz İngilizler güvence verdi diyor. Kara Kağan Vahdettin İngilizler dostumuz diyor. Anlamıyorlar. Ertesi gün Musul işgal ediliyor. Niyet belli oluyor... Türkiye altı ay işgal ediliyor... Türkler hakarete uğruyor... Yedi düvel Türk’e karşı birleşiyor; hepsi Türkler geldikleri yere gitsinler diyor... Türk vatanını Ermenilere, Rumlara, Kürtlere verelim diyorlar... Sömürgenin adı manda oluyor... (sh: 613)”

Vahyi inkâr edenler- masallara sarılıyor!

(Çin Başkenti Sıganfu’da tutsak edilen 40 Türk kahramanın destansı öyküsü anlatılıyor.)

Bir yanda Mete, Bilge Kağan, Atatürk; diğer yanda Tonyukuk, Akçura, Gökalp, Atsız var. Ama hepsinin ortak noktası ve esas olan, Türk milletidir. Dünyaya ve tarihe böyle bakmak gerekir. Aksi takdirde her zaman zarar görmeye ve kaybetmeye mahkûm oluruz. (sh: 14) cümlelerinde İslam’la özdeşleştiği için mi 630 yıllık şanlı Osmanlı medeniyeti sanki yok sayılmaktadır?

Biz, tarihi şahsiyetleri ve hadiseleri; inancımız ve ihtiyacımız, ortak amaçlarımız ve milli çıkarlarımız doğrultusunda yorumlamanın, toplum barışı ve Adil bir gelecek inşası için daha yararlı olacağına inanıyoruz.

Nihal Atsız ve takipçilerinin, şeriat diye Kur’ani kurallara ve İslami esaslara şiddetle ve nefretle karşı çıkmalarına ve bu yüzden Osmanlıya bile gizli bir kin tutmalarına rağmen; Barbar Batılı dedikleri Avrupa ve Amerika’dan kopya edilen Haçlı gâvurların kanun ve nizamlarına “Türk Hukuku” diye sahiplenip saygı duymalarındaki tezat ve tutarsızlık her haliyle sırıtmaktadır. Nihal Atsız’ın Türkçülük anlayışının, milletimizin fıtratına, hayat tarzına ve benimseyip özümsediği İslami duyarlılıklara asla uymadığı açıktır. Bu yaklaşım ve yakıştırmalarla hiçbir yere varılamayacağı zaten bu yüzden taban ve taraftar bulamadığı ortadadır.

Atatürk’ün söylediği, Nihal Atsız’ın da bazen istismar niyetiyle tekrar ettiği: “İslam milletimizin tabii dinidir” tespiti iyi anlamak lazımdır. Çünkü İslam Fıtrat (insan doğasına en uygun) Din konumundadır. Bütün mevcudatı ve insanı yaratan Yüce Allah (c.c.), Onun ihtiyaçlarına ve doğru hayat tarzına en uygun kuralları elbette en iyi kendisi bilip koyacaktır. Bu nedenle “Vücudumuz Türk, ruhumuz İslam” deyimi uygun bir algıdır.

Biz görüşlerimizi, gerçeklerimizi ve tarafgirliğimizi oluştururken, “Mutlak Doğru”ları esas alarak ve “Mutlak Yanlış”lardan sakınarak hareket etmekteyiz. “Doğru” ve“Yanlış” tespitinde ise şu beş değeri ölçü ediniriz:

1-Aklı Selim 2-Müsbet ilim 3-Tarihi deneyim ve birikim 4-Vicdani kanaat ve tatmin 5-İlahi Din (Kur’an’ın muhkem ayetleri ve Resulüllah’ın (SAV) sağlam sünneti)

İşte bu beş temel ölçünün ittifakla:

“Yararlı, hayırlı gerekli ve güzel” bulduğu şeyleri doğru; ve yine bu temel değer birimlerinin ittifakla, “Kötü, zararlı ve çirkin” bulduğu şeyleri yanlış biliriz. Çünkü Kur’ani kuralları dikkate almamak, imansızlık ve sapkınlık… Müsbet bilimi ve aklıselimi hesaba katmamak, manyaklık ve mantıksızlık… Tarihi tecrübeleri ve vicdani kanaatleri önemli saymamak ise ahmaklık ve insafsızlık alametidir.

Bir insanın kendi ırkını (kavmini, kabilesini, mensubiyetini, ailesini) sevmesi ve sahiplenmesi fıtridir (yaratılış özelliklerindendir), güzeldir, gereklidir, değerlidir. Ve dinen de caiz ve münasiptir. İnsanların kendi özel geleneklerini, örf ve adetlerini, dil ve kültürlerini benimsemesi ve tercih etmesi tabiidir. Bu nedenle cemiyetteki Milliyetçilik, fertlerdeki nefis gibidir. Her insana nefis, kendi benliğini oluşturmak, haklarına sahip çıkıp savunmak ve saldırılara karşı kendisini korumak için verilmiştir ve gereklidir. Bu durum Türkler için olduğu kadar Kürtler ve diğer kavimler için de geçerlidir. Ancak, şayet bu nefsi dizginlemez, haksız ve ahlaksız isteklerine boyun eğersek, bu sefer bizim felaket ve rezalet sebebimizdir. Bir toplumun, nefsi sayılan Milliyetçilik de böyledir; kendilerini başkalarından farklı ve faziletli zannetmeye, dini, ilmi ve insani değerlerin üstünde görmeye yönelirse, işte bu ırkçılık haline gelir ve tehlikelidir. Kaldı ki hiç kimsenin doğarken ailesini, kavim ve kabilesini seçme hakkı kendisine verilmemiştir. Bu sadece Allah’ın bir tayini ve taksimidir. Hâşâ bazılarını üstün ve ayrıcalıklı, bir kısmını da düşük ve aşağılık yaratmış olmasını düşünmek bile, Allah’a iftira etmektir. İslam hiçbir beşeri ideolojinin ve ırkçılık felsefesinin aksesuarı ve kafatasçı Türkçülüğün jelatinli pazarlama kılıfı değildir. İslam herkesten ve her şeyden yücedir, her kavim ve her girişim İslam’a hizmet ettiği kadar kıymetlidir.

Tarihe yön vermiş, büyük medeniyetler meydana getirmiş ve 1300 yıldır, İslam’ın gönüllü bayraktarı olma şerefini hak etmiş Türk kavminden olmayı, yüce Rabbimin takdiri kadar, taltifi de biliriz. Haçlı Batılılar nazarında, Türklükle İslam’ı mezcedip kaynaştıran ve aynı anlamda kullandıran aziz ceddimize layık olma gayretindeyiz. Kur’an’a inanan, Müslüman olduğunu savunan hiç kimsenin, bundan başka türlü düşüneceği kanaatinde değiliz. Mustafa Kemal’in “Türk Milleti” kavramıyla da, ırkçılık yaptığını değil, çok farklı kavim ve kesimlerden, İslam potasında kaynaşmış bir toplumu amaçladığını bilmekteyiz. Yani biz insanları kavimlerine, kökenlerine, renklerine, dillerine ve kültürlerine göre değil, imanlarına, İslam’a bağlılıklarına, güzel ahlaklarına, insanlık onurlarına, vatanına ve topluma yararlarına göre değerlendirip önem veririz. Şimdi anayasadan “Türk Milleti” kavramını çıkarmaya yeltenenlerin de, “ılımlı İslam” diye yüce dinimizi dejenere edip “Protestan Müslüman” tipi oluşturmak isteyenlerin de hep aynı Siyonist güçlerce desteklendiğini görmekteyiz. Ama Moiz Kohen Yahudi Hahamının Munis Tekinalp takma ismiyle yazdığı ve aziz milletimizi İslam’dan koparmak için yaptığı TÜRKÇÜLÜK kafasıyla bu tahribatların önlenemeyeceğinin de bilincindeyiz.

Ülkemizde ve aziz milletimiz üzerinde Türk ırkçılığının da, Kürt ayrımcılığının da hep Yahudi dönmelerince başlatılmış olması bir tesadüf sanılmamalıdır.

Örneğin Munis (Kohen) Tekinalp Türkçülüğün kurucularındandır. Namı diğer “Moiz Kohen” Osmanlı’nın Serez beldesinde bir hahamın oğlu olarak 1883’te doğmuşlardır. Selanik’te sıkı bir hahamlık eğitimi almıştır. Koyu bir Sultan Abdülhamit düşmanıdır. Selanik’te çıkan Asır gazetesinde yazılar yazmış, aynı gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır. İttihat ve Terakki Partisi’ne katılmış, 1907 yılında masonluk faaliyetlerine başlamıştır. 1909 yılında Hamburg’da düzenlenen Dünya Siyonist Kongresi’ne Selanik delegesi olarak giden insandır. 1920 yılında Hakimiyeti- Milliye gazetesinde “Kahrolsun Şeriat, Mustafa Kemal Paşa Türk Peygamberidir” diyecek kadar küstahlaşmış, Hz. Ali’ye “Sen İlahsın!” diyen İbni Sebe Yahudisinin yerini almıştır. Moiz Kohen’e göre,“Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski Şaman inanışına dönüş yapmalıdır” Bunu söylerken Yahudilerin de Türklerin İslam öncesi halini çok benimsediğini yazmıştır. Kohen’in “Kahrolsun Şeriat” sözleri bugün daha cılız olsa da, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalist takımınca sıkça kullanılan bir slogandır. Bir de “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” bahanesiyle Türkçü Moiz Kohen İslam düşmanlığına Arap karşıtlığı kılıfı sarmıştır. Kohen, Türkiye’de Arap düşmanlığı yaparken, meslektaşı ve dindaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Yahudi Hahamı Haim Nahum da Mısır’da Arapları Türklere karşı kışkırtmaktaydı.

Uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda çalışan “Türk Ruhu” kitabının yazarı, Ziya Gökalp’in akıl hocası ve CHP kayıtlısı olan Munis Tekinalp, yani Moiz Kohen, 1956 yılında emekli olduktan sonra Fransa’nın Nice şehrine yerleşince, her nedense “Öldüğümde sakın beni Türkiye’de defnetmeyin” vasiyetinde bulunmuşlardı. 1961 yılında vasiyetine uygun bir şekilde Fransa’da (Gizli Yahudilerin gömüldüğü bir kilise mezarlığına) bırakılmıştı.

Şimdi Soralım:

Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudi sapıkların, Şamanizm’e ve Siyonizm’e uyarladığı, İslam düşmanlığına kılıf yapılan TÜRKÇÜLÜK ideolojisinin:

•Kendine özgü ekonomik esasları var mıdır, varsa nelerden oluşmaktadır? Örneğin FAİZ uygulanacak mıdır, vergi nelerden ve hangi ölçülerle alınacaktır?

•Bu Türkçülüğün kendine ait Hukuk nizamı ve temel anayasa kuralları var mıdır, varsa hangi kaidelere dayanmaktadır?

•Bu Türkçülüğün, ahlaki ve ailevi yapısında; içecek, yiyecek ve giyecek konusunda, orijinal prensipleri var mıdır ve nerelerden kaynaklanır?

•Bu Türkçülüğün; siyaset (yönetim) kanunları ve devletin asli kurumları hangi şartlara ve standartlara göre ayarlanmaktadır?

•Bu Türkçülüğün, eğitim ve öğretimin bütün aşamalarında gözetilecek temel esasları ve programları var mıdır, neye göre belirlenmiş olacaktır

İslam dışı kafatasçı Türk veya Kürt ırkçılarının bu sorulara verecekleri bir tek doğru ve doyurucu yanıtları yoktur. Çünkü Türk, Kürt vb. sadece bir ırktır, kendilerine ait bazı gelenek ve görenekleri dışında, özel ve orijinal hukuk nizamları ve sistem kavramları bulunmamaktadır. Oysa, Avrupa’dan kopya edilen, barbar Batılı değerleri taklit yoluyla şekillenen kurum ve kurallar esas alınarak, biraz Kapitalizm, biraz sosyalizm, biraz Osmanlı geleneği karıştırılıp üzerine de biraz İslam sosu katılarak, maalesef Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi hain Yahudilerce uydurulan ve hiçbir ilmi temeli bulunmayan kuruntular yerine, İslami değerler ve tarihi birikimlerle şekillenen müspet bir Milliyetçilik elbette daha tutarlı ve kucaklayıcı olacaktır


MOİZ KOHEN VE TÜRKÇÜLÜK 


http://belgelerlegercektarih.com/tag/moiz-kohen-tekinalp/


GERÇEK  TÜRK  VE  TÜRKÇÜLÜK 

https://sonehzade.wordpress.com/2015/07/09/kullanilma-hakkimiz-yuce-turk-milletine-aittir-1/

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren ilk 25-30 yıl içerisinde Türk toplumu, Milliyetçilik fikir yapısını ‘din’ merkezli telakki etmiş , söylem ve sloganlarını da bu minval üzere kurgulamıştır.
Dolayısıyla tarihten gelen milli his ve heyecanlarını İslam‘la pekiştirerek ülkü ve donktrin haline getirmiştir.Asırlarca yaşam biçimini,idare şeklini,ahlakını 
ve diğer milletlerle olan münasebetlerini bu çizgi üzerinde dava konusu yapmıştır.

Batılı kaynaklar ve araştırmacılar “Eğer Türkler’in Türklük ve İslam davası olmasa idi İslamiyet bugün Hicaz Yarım Adasına sıkışıp kalırdı” tespitleri de yadsınamaz bir gerçektir. Bizim “Kızıl Elma Ülküsü” dediğimiz ve Oğuz Türkleri için “üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşünceler” Türk devletleri için bir hedefin ve amacın simgesi olagelmiştir.

Biz bu yazı dizimizde ,bu hareketin yaklaşık elli yıllık mücadelesini 
Zaman zaman milli his ve heyecanlara gark olarak ve zaman zamanda göz yaşları içerisinde ve roman tadında anlatmaya çalışacağız…Böyle yapmak durumundayız .

Çünkü , maalesef yeni neslimize “mitoloji” ilmini sevdiremedik…Okuyan,sorgulayan,düşünen , düşündükçe eriyen bir nesli tarihe hapsettik.Çağın teknolojisinden faydalanmak yerine,ona esir düşmüş ve “Beğen” linkine basmakla karşı tarafın mutluluk hormonlarını okşayan bir nesle ‘yetim’ ve ‘öksüz’ bıraktığı davasını anlatmanın ve taraftarı olmasının günümüz hengamesinde ne kadar zor olduğunu bilenlerdenim…

12 Eylül‘ü , 12 yaşında karşılamış olan bizim kuşağın duyduğu milli şuur ve heyecanıçocuklarımıza anlatamamanın sıkıntısı içerisindeyiz.Her şart ve oluşumda, sözde çağa ayak uydurmayı gelişmişlik ve kalkınma zanneden “yitik” bir gençlik var karşımızda…Bu bakımdan biz de onların anladığı dilden ,fazla mitolojiye girmeden Türklük şuurunu-İslam ahlak ve faziletini anlatmaya çalışacağız.

Yakın tarihimizde zaman zaman, yaşam ve inançlarımızı etkileyen ara dönemler yaşanmıştır.
Etkileri uzun bir süre devam eden gönül ve fikir dünyamızın şekillendiği evreler olmuştur.Çeşitli fikir akımları üzerinden yapılan tartışmalarda toplumumuza her defasında yeni bir elbise giydirilmeye çalışılmıştır.İşte bunlardan birisi de Cumhuriyetimizin ilk yıllarına tekabül eden 1944′lü yıllardır.
Bu dönem , “Türk kimliği” üzerinde oynanmak istenen tahrip hareketinin yoğunlaştığı bir isyan dönemidir.Materyalist milliyetçiliğin’ zorla dayatılmak istenmesi milli dayanışma şuurunun da meydana gelmesini sağladı.Adeta uyuyan dev uyandırıldı.Ortak kültür ve gayeler etrafında odaklanan milli bir davanın da başlangıcı olmuştur.

Peki nedir bu dönemde yaşananlar?

Şimdi hep birlikte “tarih babaya soralım bakalım bize neler anlatacak?

Tarihe ” 3 Mayıs olayları” olarak kayda geçen hadiseler Nihal Atsızın, hakkında açılan dava için Ankara’ya geldiği sırada başlamıştır. Despot-Jakobenist baskılara boyun eğmeyen bir grup genç komünizm aleyhine bir gösteri düzenler ve beraberinde N. Atsızetrafında birleşirler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçer. Burada milli marşlar söylenir ve komünizm aleyhine sloganlar atılır . Gittikçe taraftar kazanan gençler Ulus Meydanı’ndan sonra Başbakan Şükrü Saraçoğluile görüşmek istediler.Ancak bunda başarılı olamadılar. Milliyetçi gençlerin bu gösterileri zamanın tek adamı İsmet İnönü Hükümeti tarafından şiddetle önlendi.
Tutuklanan üniversiteli gençlerin sayısı 165 olarak tespit edili.Milliyetçi gençliğin bu masum ve haklı hareketi devrin milli şefine bir ihtilal olarak intikal ettirildi. 
H. Ali Yücel, Nevzat Tandoğan ve F. Rıfkı Atay
 
üçlüsünün gayretleriyle “Irkçılık ve Turancılık” adı verilen milliyetçilik düşmanı dava ortaya çıkarıldı.

Esasında 3 Mayıs olayları, II. Dünya Savaşı’nın seyri ile alakalıdır ve dönemin hükümetinin Almanlar‘a karşı üstünlük kuran Ruslar’a Türkçüleri feda ederek bir siyasi rüşvet vermesi olayıdır.Sanıklarından Alparslan Türkeş, İsmet Paşa‘nın 19 Mayıs Nutku’ndan birkaç gün sonra görev yeri olan Erdek‘te gözaltına alınmıştı. 
Gözaltına alma sırasında bölük odası ve evi aranmış, daha sonra İstanbul Merkez Komutanlığınagötürülerek 13 Haziran 1944 günü Askeri Tutuk ve Cezaevinin hücresine kapatılmıştır. Burada beş ay tutuklu kalan Türkeş, rahatsızlığı sebebiyle Haydarpaşa Askeri Hastanesi‘ne nakledildi 
ve bir ay süreyle tedavi gördü. Daha sonra sıkıyönetim komutanlığının baskısıyla hastaneden alınarak tekrar Tophane‘daki hücresine konuldu. 
Hücreye döndükten birkaç gün sonra Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan 
Sansaryan Han
a götürülerek sorgulanmaya başlandı.

Yakın tarihimize “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk 
ampullerin yandığı işkence odalarına kapatıldı. Dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsıza yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekildi. Hükümeti devirmek amacıyla ihtilal hazırlığı yapmakla suçlandı.Suçlamaları kabul etmeyen Türkeş‘in sorgulama sırasındaki ifadeleri ibret vericidir. Türkeş anılarında konuyu şöyle izah etmektedir;

“Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin,dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. 
Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasi ve iktisadi görüştür. 
Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. 
Onun için, Orkun dergisine yazı gönderdim. 
Nihal Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.”

Alpaslan Türkeş, anılarında kendisine yapılan işkenceler hususunda ise şunları söylemektedir;

“Acımasızca parmaklarımdan birini yakalayıp, tırnağımı çektiler. Aslında, ben o görevlilere acıyordum. Yönetim, bizi faşistlikle suçluyor ama, tüm faşizan yöntemleri kendileri kullanıyordu. İçimden bu da geçer yahu, diyordum. Memurların gözü bir şey görmüyordu” .

Turancılık davası, 7 Eylül 1944 günü başladı. Duruşma açıldığında, sıkıyönetim komutanlığının son tahkikat kararı, Savcı Kazım Alöç tarafından okundu. Kararın başlangıcında yer alan “vatana ihanetleri sabit olanlar…” ibaresi sanıkları daha yargılamadan suçlu ilan ediyordu. Esasında bu üslup, İsmet Paşa‘nın 19 Mayıs Nutku‘nun bir taklidinden başka bir şey değildi. Muhakeme sırasında Türkçülerkendilerine yapılan işkencelerden bahsetmişler, rasizm’i (ırkçılık) raşitizm (çocuk hastalığı) olarak telaffuz eden savcı, sanıkların ifadelerini mahkeme zabıtlarına geçirtmemiş, itirazları yapanlar ya azarlanmış ya da dışarı atılmıştır. Türk ülkesinde, Türk mahkemelerinde, suçları “Türkçülük” olanları cezalandırabilmek için çok değişik oyunlar oynanmıştır.

İşkence iddialarıyla ilgili olarak Savcı Kazım Alöç‘ün şu ifadeleri işkencelerin yapıldığını doğrular mahiyettedir :

Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır”.

Alparslan Türkeş ile Mahkeme başkanı arasında cereyan “Türk Birliği” konusundaki tartışma sırasında Türkeş‘in geleceğe matuf şu ifade ve tespitleri oldukça dikkat çekicidir;

” ..mesela, 1917’de olduğu gibi 1965’te veya 1990’da da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harb endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin de yardımı ile bu birliğe doğru yürünebilir…”

1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında 
65 oturum
 devam eden yargılama sonunda milliyetçiler 
muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkum olmuşlardır . 
Davada on üç sanık beraat etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis cezaları aldılar. 148. maddeye muhalefet ile yargılanan Alparslan Türkeş ise 9 ay 10 gün hapse mahkum olmuştur. 
Verilen bu karar temyiz edilmiş ve askeri temyiz mahkemesi 
bu mahkumiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 
23 milliyetçinin telgraf ile 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmelerini sağlamıştır .

Bilahare davaya 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’n de devam edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 
31 Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir.Okunması dört saat süren beraat kararında kanuni, fiili ve vicdani unsurların geniş bir şekilde tahlile tabi tutulduğu görülmektedir. Kararda, o günlerde komünizm faaliyetlerinin artmaya başlaması, Sabahattin Ali‘nin Nihal Atsız aleyhine dava açması gibi sebeplerle heyecanlanan gençliğin komünistlere karşı duyulan kin ve nefreti izhar etmek istediği anlatılıyor “Bu nümayiş, milli bir ideolojinin milli olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir” deniliyordu. Ancak bu kararı veren Ali Fuat Erden, Tümgeneral Kemal Alkan ve Tümgeneral İsmail Berkok hemen tayin edilmişlerdir.

1944 yılı olayları ile ilgili olarak neticede şunlar söylenebilir 
 Türkiyede, Kemalist milliyetçilik anlayışından farklı bir milliyetçilik anlayışının yeniden baş göstermeye başlaması 30’lu yıllara tesadüf eder. 
Bu yeni milliyetçilik anlayışı Türk ırkının tarihi sembollerine ve kan birliğine önem vermektedir. 
Bu tarz bir anlayış, faaliyetlerinin ve yayınlarının kısıtlı olmasına karşın daha açık ve şiddetli olarak 
1939
‘da gündeme getirilmiştir. Atatürk‘ün vefatından sonra 
kuvvetlenen ve yön değiştiren “tek parti”, “tek şef”, “tek millet” gibi kavramlar yeni bir anlayışa izin verecek türde değildi.

Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun konuşmasıyla başlayan olaylar zinciri, Nihal Atsız‘ın mektuplarıyla devam etmiş, 3 Mayıs 1944 tarihli milliyetçilerin gösterisi ile sona ermiştir. İsmet İnönünün 19 Mayıs Nutku ile yeni çehreye bürünen ve çok farklı
maksatlı bir bakış açısıyla “Turancılık Davası”na dönüşen hadiseler Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihinde önemli bir nirengi noktası olmuştur. İsmet İnönü için olayların ilk ve önemli ismi durumunda olan Atsız, davanın 
Türkçülüğü yıkmayıp güçlendirdiğini
ancak İsmet İnönü‘nün yıkıldığını söylemektedir . 
3 Mayıs N. Atsıza göre “Türkçülüğün gafletten ayrılışı can düşmanlarını tanıdığı dost sandığı hainleri ayırdığı” gündür.

Nejdet Sancar‘a göre “en hain düşman komünizme dikilme günüdür.Bütün bu tepkiler
ve yorumlar içinde ele aldığımız 1944 Türkçülük Davası aslında devlet politikası içinde incelenmelidir. Devletler, politikaları gereği zaman zaman milliyetçi akımları el altında tutmuş, desteklemiş ve hatta kullanmıştır. 1944 yılında bu tür bir davanın başlaması Rusya‘nın baskıları ile yakından alakalıdır.
 Rusya karşısında tutunabilmek için aradığı desteği bulamayan Türk hükümeti
Alman karşıtı olduğunu göstermek için fırsat kollamıştır.
Aranan bu fırsat Nihal Atsız’ın mektupları ile yakalanmıştır.

19 Mayıs Nutku ile olayların büyümesine sebep olan İsmet İnönünün asıl amacı bütün dünyanın dikkatini Türkçülerin ve Turancıların nasıl ezildiklerine çekmek ve dış politikadaki çelişkili uygulamalarından dolayı ortaya çıkan hatalarını örtbas etme gayretinden ibarettir.
İnönü
nün 1944 olayı karşısındaki tavrı ve sertliği ile Rusya’ya şirin görünebilme çabası içerisindeyken Rus yetkililerinin 
Türkçülerin ve Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak görmeleri 
dönemin siyasi iktidarı adına büyük bir gaftır.
Bu olay milliyetçilerin mağdur olmasıyla sonuçlanmış 
ancak bu mağduriyet milliyetçilere darbe olmamış
bilakis güçlendirmiş ve 
Türk milliyetçilerine “Kurtuluş Günü” adıyla bilinen
manası, prensipleri ve amacı belirli bir ülkü haline gelen kutlu bir gün kazandırmıştır.
(Devam edecek)

İlhan Nezor

https://sonehzade.wordpress.com/2015/07/10/kullanilma-hakkimiz-yuce-turtk-milletine-aittir-2/

İkinci bölüme bundan bir kaç yıl önce Show Tv ‘de ibretamiz bir olayı aktararak başlamak istiyorum…

Kısa sürede yıldızı parlayan ve genç yaşta büyük bir servete sahip olan , Popülerkültürün besleyip büyüttüğü,Türk gençliğine musallat ettiği bir yapımcı var…Adı: Acun Ilıca’

28 Şubat Post-Modern darbeden sonra hızlı bir şekilde yükselişe geçen bu şahıs, yaptığı proğramlarda sözde, gençlere sosyal aktivite kazandırmak adına saçma sapan yarışmalar düzenlemektedir.Kanaatim odur ki,yükselişe geçen gençlik hareketini örselemek,duyarsızlaştırmak ve gerçek gündemden uzaklaştırmak için birileri tarafından finanse edilen, kullanılan bir etki ajanıdır.
Proğramlarını incelerseniz görülecektir ki,gecenin geç saatlerine kadar 
dört bir yandan gelen üniversite gençliğini yine aynı saatlerde hocaları tarafından başka kanallarda yayınlanan akademik çalışmalardan uzak tutmayı başarmıştır.

Bu zat, bundan bir kaç yıl önce “Acun Firarda” adlı bir proğram düzenlemiş ve özellikle dünyada ki eğlence hayatını,işret alemini tanıtıcı çekimler yapmıştır.Hiç unutamadığım bir kareyi sizlerle paylaşayım…

Amerika’nın bir eyaletinde bir gece kulübü,her türlü ahlaksızlığın sergilendiği bu kulüpte roportaj yapıyor.Genç,güzel , alımlı bir bayanın peşine düşüyor.Kadın hızlı adımlarla ilerliyor.Belliki görüntülenmekten ve sorulardan kaçıyor.Nihayet bir köşede sıkıştırıyor
 “Neden kaçıyorsunuz..? Bu arada çok şıksınız..” diye soruyor.
Ve …Amerika‘lı kızın verdiği cevap adeta bir tokat gibi… 
“Tabiki şık olamak zorundayım ,çünkü ben bir Amerikalıyım…”

Şimdi buraya bir nokta(.) koyalım ne demek istediğimize birazdan döneceğiz…

Birinci bölümde Türk Milliyetçiliği hareketinin yakın dönemde nasıl başladığını , zamanın Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakanı Saraçoğlu‘un tutumlarının ezilmek , sindirilmek istenen milli reflesklerin nasıl şaha kalktığına değinmiştik
.İnönü‘nün 19 Mayıs 1944 Nutku ile başlayan süreç taşların yerinden oynayacağının habercisi idi.
Peki bu nutuk ne idi? Şimdi “tarih baba” ya sorup hatırlayalım…

19 Mayıs Nutku

“Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. 
Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin 
çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır. l9l2 senelerinde Rumeli’de tutunmak için tırnaklarıyla kayalara yapışarak son gayretlerini sarf eden 
Türk erlerine Arnavut Priştineli Hasan ve Derviş Hima ile beraber 
arkadan hücum tertipleyenlerin Türk ırkçı politikacısı olduğu, 
Büyük Millet Meclisinde ispat olunmuştur. “Politika icabı” diye tefsir etmekten en ufak bir güçlük çekmeyen bu adamlar, sözlerine inanıp daha büyük bir felakete uğradığımız zaman gene “Politika İcabıdır” diyerek yeni bir fesat prensibi yaratmakta geri
kalmayacaklardır
Köy Enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, müesseselerimizde
ordumuzda müşterek vatanın ülkülerini Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye çalışıyoruz. Onları büyük Cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk vatanseveri çıkarmaya uğraşıyoruz. 
Vatandaşlarım emin olabilirler ki muvaffakiyetlerimiz esaslıdır ve gelecek zamanda daha göz alıcı olacaktır.Türk milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak birbirine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal değildir.
 
Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu
elle tutulur ve gözle görülür neticeleriyle tamamıyla alıyoruz. Şimdi insaf ediniz. 
Türk vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartlan özünde toplamış olan 
bu feyizli yolu bırakır da ,ırkçıların milleti bin bir parçaya ayıracak
fesatlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız?Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. 
Bu bakımdan cumhuriyeti iyi anlamak lazımdır. 
Milli kurtuluş sona erdiği gün,yalnız Sovyetlerle dostluk ve bütün komşularımız eski düşmanlıklarının bütün hatıralarını canlı olarak zihinlerinde tutuyorlardı. 
Herkesin kafasında, biraz derman bulursak sergüzeşti
saldırıcı bir siyasete kendimizi kaptıracağımız fikri yaşıyordu.
Cumhuriyet kuvvetli bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını
milletler ailesi içinde bir emniyet havasının mevcut olmasında görmüştür. İmparatorluktan son zamanlarda ayrılmış olan komşularıyla da iyi ve samimi komşuluk şartlarının temin edilmiş olmasını
milletin saadeti için lüzumlu saymıştır.
Görülüyor ki, milli politikamız memleket dışında sergüzeşt 
( serüven , macera ) aramak zihniyetinden tamamen uzaktır. Asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki, etrafımızda bulunan
 milletleri 
daha yakından tanımak imkanlarını bulduk. Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırt etmek için zihinlerimizde ayarlı ölçüler hasıl oldu. İçerde milletin hayrı ve saadeti için çalışma ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdafaası için lazım olan tedbirler,salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, yirmi sene gibi kısa bir müddette hürmet ve itimat duygularının uyanmasına imkan verdi.Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim : Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin ? Kandaşları arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü ? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zapt olunur mu ? Bunlar o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve
 esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyet’in, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.Vatandaşlarıma ikinci sualimi soruyorum : Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lazım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar ? Türk milletine yalnız bela ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar, fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kasti ve yabancının ilişiği hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin, Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardanyalnız yabancıların faydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir.Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz….(İsmet İnönü , Reis’icunhur)

Görüldüğü üzere gayet açık ve net.Türk milletinin kutlu sinesine , doğduğu otağakarşı tek adamlığın verdiği açık bir tehdittir.Bu konuşma aynı zamanda Türk Milliyetçilerine karşı Rus yanlısı açık bir Manifesto niteliğindedir.Yıllardır ülkemizde hakim kalmış ve neredeyse tüm sıkıntılarımızın nedeni olan siyasi anlayışın temelini teşkil eden bir konuşmadır. Bu nutuktan sonra Türkiye’de bırakın Irkçısöylemleri Milliyetçi en ufak tavırlar bile devlet eliyle linç edilmeye kalkışılmıştır.Rusya‘nın Almanlar karşısındaki galibiyetinden korkan İsmet İnönüyukardaki nutkunda adeta Orta Asya ‘yı elinde tutan Rus‘lara; ”biz TURANCI değiliz”ve ”bize de düşman olmayınız” imajı vermeye çalışmıştır. Türkiye‘nin yıllardır yürüttüğü şahsiyetsiz dış politikasının temeli işte bu anlayışların ürünüdür. Alparslan Türkeş ve dava arkadaşlarının bu tehlikeyi sezdikten sonra ”sudan çıkmış balığa dönen” İnönü her konuda olduğu gibi ne yazık ki dış politika konusunda da milli çizgiden çıkılmasına ön ayak olmuştur. Bu nutkun devamında gelen ”Turancı-Türkçü” avı sonrası adeta Engizisyon Mahkemeleri kurulmuş ve Türkeş ve arkadaşlarına selam verenler dahi tutuklanmış ve devletin despot rejiminden korkan gazeteler Türk milliyetçiliğine adeta savaş açmışlardır. İşte Türk ülkesinde Türkçülüğün hor görülmesinin nedeni de budur.

Şimdi dönüyoruz yukarıda nokta koyduğumuz konuya…

Amerika ‘lı kızın “Elbette şık olmak zorundayım…Çünkü ben bir Amerika’lıyım”demesini neye yormak lazım.İşte bu, tam bir “Mensubiyet Şuurudur”

İnönü ve arkadaşlarının “zehirli bir ok” diye önlem alamaya çalıştığı 
Türkçü, Turancı
 hareket ve bu davaya önderlik eden başta 
Alparslan Türkeş olmak üzere o hengamede Türk gençliğine vermek istedikleri de “Mensubiyet Şuuru” dur.

Bir ülkeyi ayakta tutan milli bir direnç değil midir “Mensubiyet Şuuru”…İşte bunun mücadelesinin başlangıcıdır 3 Mayıs 1944 olayları.İnönü ve avanesinin yayınladığı bu Manifesto Türk Milliyetçileri tarafından “uyarıcı faktör” olarak algılanmış ve şaha kalkmıştır…

İlhan NEZOR




https://sonehzade.wordpress.com/2015/07/16/kullanilma-hakkimiz-yuce-turk-millatine-aittir-3/

İnönü‘nün bu tarihi ve teslimiyetçi nutkundan sonra birilerinin sözde devrim kanunları altında ezilmek istenen Yüce Türk Milletine mensubu olduğu değerleri,beslendiği membaı ve mensubiyet şuurunu tarihi şahit tutarak hatırlatması gerekiyordu.

İşte Başbuğ Alparslan Türkeş ve dava arkadaşları 
bu kutlu ve çetin yolda başlarına gelebilecek her türlü zulüm ve işkenceleri bilerek ve kendilerini hedef tahtasına oturtarak başlattılar.Ancak ne var ki, bu büyük ve kitlesel hareket dalga dalga yayılırken “ülküde birlik” yemini edenlerin bir gün yolunun kesişeceği hesap edilememişti.Ta ki,8 Şubat 1969 Adana Kongresine kadar…

Bundan sonrasını duayen dava ve fikir adamı Necdet Sevinç’in Orkun Dergisi Şubat 1962′de kaleme aldığı yazıdan nakledelim…

“Ülkücü harekete en sinsi ve ağır darbeyi kerameti kendilerinden menkul olan bazı şeyhlerin müritleri vurdular. Bir Türk müsün, Müslüman mısın, bir Allah mı Tanrı mı tartışması başladı ki, hala sürüp gidiyor. Bugünkü 3 Hilalin parti, hilalli bozkurtun da gençlik kollarının sembolü olarak kabul edildiği 1969 kurultayı sert tartışmalara, hatta salon dışında gençlerin çatışmalarına sebep olmuştu. Bu yara sarılmadan beklenen itiraf zuhur ediverir. Ve hareketin fikir temellerini atan Atsız’la, hareketin siyasi lideri olan Türkeş’in arası açılır. Bu bir bakıma beklenen akıbettir. Çünki fikir taviz vermez!! Siyaset ise taviz esası üzerine kurulmuştur. Atsız da, Türkeş de siyasi hareketle fikir hareketini yanyana yürütemezler. Bu belki de mümkün değildir. Fikirden taviz vermeyen Atsız’ın sert ve kararlı neşriyatından dolayı MHP Genel İdare Kurulu 1973 yılında Atsız tarafından yayınlanan Ötüken dergisinin okunmasını yasaklar. Oysa 9 Işık bile Atsız’ın Şubat 1962’de Orkun dergisinde yayınlanan Türk milletine çağırısından esinlenerek hazırlanmıştır…(…) Bu arada 1970 Ocak ayında kurulan ve 1971 muhtırasında kapatıldıktan sonra yeniden faaliyete geçirilen MSP ile MHP arasında bir islamcılık yarışı başlar. Artık MHP bin kere tövbesini bozanın içeri daldığı, Mevlananın dergahı gibidir. Farklı davaların temsilcileri arasındaki bu anlamsız yarış MHP’yi kendi kulvarının dışına itmiştir. Bir süre sonra Atsız’ın eksikliği “Milliyetçiliğin kabuk olduğunu iddia edenler” tarafından doldurulur. Ve bir de bakarlar ki, seçkin kurmay subayların yönettiği bir üniversite hareketi olan MHP hareketi, bir köylü hareketine dönüşüvermiş!! Bu gerçek görülür de, MHP Atatürk’le yeniden buluşup, islamcıları dışlayıp yeniden üniversite hareketi haline gelebilirse tekrar Türk milletinin umudu olacaktır.”

Peki bu ayrılığın sebebi ne idi…

27 Mayıs 1960 askeri darbesine katılan  subaylar, 22 Şubat 1964 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katıldı. Lider Alparslan Türkeş’tir. Türkeşkısa bir süre sonra partiyi ele geçirir ve Genel Başkan olur… Artık Genel Başkan Türkeş’e, “Başbuğ” deniliyordu.

Ancak CKMP‘in manifestosunda Türkçü bir parti olduğu deklare ediliyordu…Günün siyasi atmosferi bu fikir yapısını geniş kitlelere ulaştırmakta zorlanıyordu. Türkeş ve arkadaşları,bu yapılanmayı değiştirmeye karar verdiler. Artık Türkçülük sorgulanmaya başlamıştı…Oy almak ve kitlelere ulaşmakta İslam’ın sosyolojik boyutunun önemi kavranmıştı.Bu yapılanma sadece parti programında değil hareketin simge ve sembollerinde de kendisini hissettirmeli idi…Adana Kongresi bu bakımdan çok önemli olmuş ve tarihi kararlara imza atılmıştır.

Oysa bu “ateşten gömlek giymek” gibi bir şeydi.Böylesi büyük bir hareketin “ana arterlerinde” operasyon yapmak bir çok şeyi göze almak demekti.Türkçü grupların tepkisi ne olacaktı?İki gün süren Kongrede artık yaylar gerildi…

Hayli sert tartışmaların yaşandığı Kongre, Başkan Orhan Kaleli’yi bile  istifa ettirdi. Artık Kongre Türkçülükle , İslamcılığın simgesel yarışı haline gelmişti.Türkçülerin simgesi “Tanrı dağı” nın yanına, İslamiyet’in simgesi “Hira dağı” eklenip yeni bir slogan üretildi: “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman.” Bununla da kalınmadı, “Tanrı Türk’ü Korusun” pankartının yerini de “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın” aldı!

“Kelimelerin Savaşı” halini alan Adana Kongresi 1944 Türkçülük davasında yargılanıp hüküm giyen eski iki dostu karşı karşıya getirmişti.Nihal Adsız ,Türkeş’i hedef göstererek :“Sen git güvendiğin Araplara biat et ,Oy toplamak için Arap develere bin!” diyerek gönderme yapıyordu.Görüldüğü gibi bir kaç motifin yerine İslami çağrışımların eklenmesi Türkçü grubu rahatsız etmişti. Oysa yüce dinimiz İslam, ırkı asla reddetmiyor , ancak onu dava konusu edilmesine izin vermiyordu .Peygamberimiz bu bağlamda net tavrını koymuştu.”Kavmine hizmet eden kavminin efendisidir,kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” 

Neticede Nihal Atsız ve arkadaşları Kongreyi kaybetmiş ve parti kimliklerini kürsüye doğru fırlatarak ayıldılar…

Ancak daha sonraki açıklamalar, zaten kafası karışık olan parti ve harekete gönül vermiş taraftarlarda soğuk duş etkisi yapmaya başladı.İslam’la yeni bir dirilişibekleyen kitlelerin kafası karıştırıldı.Anlamsız sloganlar ve afişe edilen söylemlerbirbiri ardına gelmeye başladı.Hemen akabinde Nihal Atsız’ın gazetecilere yaptığı şu açıklama çok tartışıldı:

“MHP’de Allah, Tanrı’yı kovdu!”

Oysa Türkçülük akımı Osmanlı‘nın son dönemlerinde başlamıştı.Cumhuriyetin kuruluşunda da ilham kaynağı olan akım zamana ve ihtiyaçlara göre şekillenmiş ve Adana Kongresinde adeta nadasa bırakılmıştı.

Artık yavaş yavaş partinin ideologya örgüsü şekillenmeye başlamıştı.Kongre sonunda Türkeş ve arkadaşlarının düşünceleri kabul görmüş,partinin adından başlanarak bir büyük değişimin habercisi olmuştu.Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) oldu.

“Bozkurt-Üç Hilal”e
“Bozkurtlar-Ülkücüler”e
“Türkçü – milliyetçi” ye dönüşmüş ve MHP kendi yol haritasını çizmeye başlamıştı.Artık Şamanist Türkçü geleneği terkediliyor “Bana yardım et Gök Tanrısı”söylemleri rafa kaldırılıyor yerini “Çağrımız İslam’da Dirilişedir” alıyordu.

 

(devam edecek)
İlhan NEZOR


https://sonehzade.wordpress.com/2015/07/18/kullanilma-hakkimiz-yuce-turk-milletine-aittir-4/

Bazı dostlarımız bana, bu konuyu neden ele aldığımı , bir yerlere mesaj mı vermek istediğimi,kırılgan hususlar olduğunu ve hedef kitleleri rahatsız ettiğini, bazı dostlarımızın da konunun bizi aşacağını her şey yolunda iken ne yapmak istediğimizi soruyorlar…Dostlarımızın bu endişelerine kısmen de olsa katılıyorum…Ancak önce çuvaldızı kendime batırdığımı unutmayın.Bırakın da o acı ile içimdekileri haykırayım.Bozkurt’un ancak Töre ile büyüyeceğini anlatmak durumundayım.Dadıile büyümek isteyenlere elbette dostane sitemimiz olacaktır.Şimdilik bir nokta koyalım ve kaldığımız yerden devam edelim…
Alparslan Türkeş‘in İslamcı politikalarını artırması sonucunda Nihal Atsız “Senin peygamberin bu kapıdan içeri giremez” diyerek parti politikasına dinin katılmaması gerektiğini savunması sonrasında partiden uzaklaştırılmasıyla başlayan sürecin günümüze yansıyan antik kalıntıları üzerindeki izdüşümlerini ve tahribatı aktarmak durumundayız.Büyük Adana Kongresin de Partinin programının “Türk-İslam Sentezi” olarak benimsenmesi üzerine Nihal Atsız ‘ın Alparslan Türkeş‘e “Yallah! Sen git Arap develerine bin.” diyerek eksen kayması yaşaması ve Kongre çıkışında da yaptığı açıklamada “Mhp’de Allah Tanrıyı kovdu.” söylemleri yeni oluşuma gönül veren tabanda rahatsızlıklara sebeb olmuştu.Oysa bu kongre çok partili yaşama geçiş süreciyle birlikte, kendisini ifade olanağı bulan Ülkücü Hareketin, önemli iki fikir adamının 60’lardan itibaren birbirlerinden ayrılan noktalarını gözlemlemesine de vesile oldu.Görünürde bu iki fikir adamının olanca farklılıklarına karşılık aynı ülkünün adamı olduğu ve ele aldıkları konuların paralelelik arz ettiği söylenmiş ancak Türkeş‘in bu harekete İslamcılık çizgisini eklemesiyle yol ayrımına gidildiği dillendirildi yıllarca. “İlla bir dine inanacak isem, atalarımın Gök Tengri’si bana yeter.” diyen Atsız ,Türkeş‘in “Türk-İslam” motiflerini ilmek ilmek işlemesi karşısında hedeflediği kitleyi kaybetmeye başlamıştı.Artık “Gök Tengri”yerini “Allah” inancına bırakmış ve bu durum bir ayrılığa doğru yelken açmıştı.
Atsız, bu rahatsızlığını sonraki yıllarda da devam ettiren yazılar yazmayı sürdürdü.Artık Türkeş, hedef olmaktan çıkmış yerini ona destek ve yardımlarını eksik etmeyen ve İslami yönü ağır basan fikir adamları almıştı.Bunlardan biriside Üstad Necip Fazıl‘dır…
Taraftarlarınca ima yollu da olsa onun hakkında şu satırları kaleme aldığı ifade edilmektedir;
“Din tüccarı dinin gereğinden korkar.Kumarhanede yakalanan,akla gelen ve gelmeyen herkesi dolandırmış olan ahlaksız,Allah,Peygamber,din,cennet kelimeleriyle kandırdığı saf insanları sömürürken en büyük düşmanlığı mantık ve zekaya karşıdır.çünkü onun yalancılığını matematik kesinlikle ortaya koyan nesne mantık ve zekadır” (Nihal Atsız “Korkular” Ötüken Dergisi,8 Aralık 1972,Sayı:12 )

Bizim bu yazı dizisini kaleme almamıza vesile olan şey de hiç şüphesiz Atsız‘ın bu fikir yapısı ve bugünde onu takip edenlerin Türkçülüğü İslam’a karşı birer kalkan gibi kullanma istek ve arzularından kaynaklanmaktadır.Batı dünyasındaki Oryantalistlerin tertip ettiği İsalam’a ve Peygamberimize hakaretamiz çalışmalarını yıllardır izlemekteyiz.Türk-İslam coğrafyasında kaos oluşturmaya yönelik bu provakatif hareketlerin son örneği Fransa’da ki Charle Hadbo olayıdır.Bu konuda “İçimizdeki Charle Hadbolar” başlıklı bir yazı kaleme almış ve konunun önemine işaret etmiştik.Oysa içimizde bir sürü Charle olduğunu farkedemedik.Kutsallık izafe etmeye çalıştığımız ırk taassubu fikir ve medeniyet dünyamızı zedelemiştir.

Şimdi de “Mhp’de Allah Tanrı’yı kovdu” diyerek kılıçları çeken Atsız ve takipçilerinin sosyal medyada yaptığı paylaşımları vicdan muhasebenize sunuyorum.

“Türklüğe ihanet edenlerin üzerine acun kül olup yağacak, gözlerine kızgın lavlar dolacak. İşte biz o zaman Kürşadın huzurunda iken Albızın yanında getirdiklerine soracağız; yaşar iken Türklük için ne yaptın ” (Kürşad suresi 1. ayet)
“Andolsun ki,kendini Pirince satanlar, pirinç Pilavında boğulacaklardır…”
“Andosun ki, sizi, Tanıdağından bir toprak parçasının içine kurt kanı damlatarak yarattım.Bozkurt gibi cesur, Tanrıdağı gibi yüce olasınız diye…”
“Andolsun ki, Biz Türkleri, 7 günde yaratıp, Ona Bozkurt ruhundan üfledik. Onu tüm yaratılanlara üstün kıldık…”
“De ki onlara, senin soyun ne diye sorarlar sa, halifeye diz çöktüren Hülagü Hanın, dünya ya el öptüren Mustafa Kemal’in soyundanız…”
“O ki Türk’ü yaratırken en üstün yaratandır. Tanrının Türk’ü yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin…”
“Biz sizi Bozkut kanı ile yarattık.Bilmezler mi,kanına ihanet edipte it kanına bulaşanlar,it cehenneminde yanacaklar” (Bozkurt Süresi 1.Ayet)
“Ant olsun ki içki içmek günah değildir. İnkara kalkışan yobazlara de ki ”İçkiyi zaten Tanrı yarattı, neden yasaklasın? Hem, Tanrı size cennette şarapları vaad etmedi mi?” İşte, ayetlerimiz bu kdar açıktır. Belki yola gelenlerden olursunuz diye… Kuşkusuz ki içmekte bir sakınca yoktur, bu yüzden içeceksin şarabı s***ceksin arabı.” (İlk anda içen adamdan zarar gelmez suresi 12-15. ayetler)”

Facebook üzerinden faaliyet gösteren bir grubun yaptıkları eylem insanı şaşkına çevirecek türden…Kendilerine “Gök tanrı Türkçüler” ismi veren grubun “Allah’ı kovduk” ismini verdikleri eylemde Kuran’ı Kerim yakıldığıda iddi edilmektedir…İnceleyin (http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu-ulkucu-tartismalari/mhp-li-ama-baykalci/ )

Görüldüğü gibi akla durgunluk veren bu paylaşım ve yazışmalar tehlikenin ne boyutta olduğunu göstermektedir.Bu ahlaksız tarafgirliği yapmalarını da “Öyküleme Sanatı”diyerek izole etmeye kalkışmaktadırlar.Alparslan Türkeş bu tehlikeleri sezmiz ve Türklüğü İslam ahlak ve fazileti ile yeni bir kimlik kazandırmaya çalışmıştır.Bunu yaparken de “Türklük bedenimiz İslamiyet ruhumuzdur,ruhsuz beden cesetten ibarettir” diyerek son noktayı koymuştur.

(Devam edecek)

İlhan NEZOR



https://sonehzade.wordpress.com/2015/07/29/kullanilma-hakkimiz-yuce-turk-milletine-aittir-5/

Milliyetçi Hareketin tarih babaya “kaydet” diyerek arşivleri arasına aldığı olaylar dizisine şimdi de farklı bir bakışla devam edeceğiz.Diğer bölümlerde ifade ettiğimiz gibi Milliyetçi Fikir Sistemi Alparslan Türkeş‘le birlikte , kendi ruh köklerindeki temel inanç sistemini Pağanist-Şamanist ritüellerden kurtarıp Tanrı mı , Allah mı ? Türkmüsün ? Müslüman mı? gibi söylemlerden uzaklaştırmaya çalışmıştır.

Başbuğ Alparslan Türkeş , bu tehlikeyi sezmiş ve ayrıştırıcı söylemlerden uzaklaşılması yönünde büyük gayretler sarf etmiştir.“Tanrı” yerine “Allah” lafzının zikredilmesi Şamanist-Pagan geleneğini devam ettirmek isteyen Nihal Atsız ve taraftarları arasında huzursuzluğa neden olduğu gibi “MHP’de Allah Tanrı’yı kovdu”denilerek ayrıştırıcı bir dil kullanılmıştır.Milliyetçi Fikir Sistemi yıllarca bu çıkmaz sokakta manevra yapıp bir çıkış yolu aramıştır.Türkeş ve arkadaşlarının Türk-İslam Ülküsü adını verdikleri bu hareket artık yeni filizler vermeye başlamalı idi.Bu amaçla eğitim-kültür ve sanat ocakları oluşturulmalı ve bir an evvel çalışmaya başlanmalı idi.Türk gençliğinin milli ülküleri benimsemesini sağlayan ve Türk Milletini maziden atiye götüren oluşumlar her daim var olmuştur.

Artık bundan sonra zihinlerde yer edinen “Gençler kullanılıyor” imajı, yerini “Eğer birileri bizi kullanacaksa , kullanılma hakkımız yüce Türk Milleti’ne aittir.Milletimize canımız feda olsun” diyen fedakar bir neslin yetişme dönemi başlamıştır. Türk gençliğinin milli ülküler etrafında toplanması için her devirde teşkilatlar kurulmuş ve eğitimler verilmiştir.

Ülkücü Hareketin efsanevi gençlik teşkilatı olan Ülkü Ocakları, “Ülkü Ocağı” adıyla ilk kez Ankara Üniversitesi Hukuk, Dil, Tarih ve Coğrafya ve Ziraat Fakültelerinde milliyetçi gençler tarafından fikir kulübü olarak kurulmuştur. Kurulan ilk Ülkü Ocağı, Ankara’da Çanakkale Zaferinin yıl dönümüne rastlayan 18 Mart 1966’da CKMP Gençlik Kolları tarafından kamuoyuna açıklanmıştır. 1968 yılından itibaren her üniversitede bir Ülkü Ocağı şubesi kurulmaya başlanmıştır. CKMP Genel Başkan Yardımcısı Dündar Taşer, Ülkü Ocaklarının kurulması ve teşkilatlanması ile bizzat ilgilenmiş ve CKMP Gençlik Kolları’nı bu işle görevlendirmiştir. Kısa sürede Ankara, Hacettepe, Gazi, Ortadoğu, İstanbul üniversitelerinde Ülkü Ocakları kurulmuştur.

Açılan bu ocaklar üniversitelerde öğrencilere tanınan “klüp kurma” , “pano açma” , gibi haklardan faydalanılarak kurulmuştur. Solcuların fikir klüplerine karşılık Milliyetçi Gençlikte “Ülkü Ocakları” ismiyle üniversitelerde örgütlenmeleri gerekiyordu.Çünkü,o yıllarda dünya çift kutuplu bir süreci yaşıyor ve özellikle Türk gençliği üzerinde büyük oyunlar oynanıyordu. Böyle bunalımlı bir dönemde Ülkü Ocakları stratejik bir öneme sahip bir görev üstlenmiştir. Ülkü Ocakları’nin kurulmasıyla yozlaşma ve yabancılaşma sürecini durdurmuş ,öze dönüş hamleleri başlatmış ve gelişerek devam etmesi sağlanmıştır.

Artık Türkiye “Bir olmak veya olmamak” mücadelesinin arifesindedir… Çok olaylara gebedir. Türkiye’nin Müslüman-Türklere ait olduğunun ispatlanması lâzımdı. Artık yeni ufuklara doğru ilerlemek gerekiyordu. “Milli Ülküler” etrafında kenetlenmiş bir gençliğin ise toplumun geleceğini şekillendirmesi kaçınılmazdı. Gençliğe bu “Milli Ülküleri” benimsetecek, yol gösterecek, aydınların ve liderlerin milli düşüncelere yönelik politika ve gayeleri olmalıydı.

Ancak ülke ve gençlik üzerine karabasan gibi çöken o hain eller buna müsaade etmedi. Anadolu’nun bağrından kopup gelen o temiz insanlar artık komonizmin hedefinde idi.4 Ocak 1968’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi ve CKMP Gençlik Kolları üyesi olan Ruhi Kılıçkıran, orucunu açtıktan sonra Siteler Yurdu’nda marksistler tarafından vurularak şehit edilmesi artık Türk-İslam Ülküsü davasının kök salmaya başladığının habercisi idi.Bu bağlamda Ruhi Kılıçkıran Ülkücü Hareket’in şehitler kervanının “yolbaşçısı” olmuştur.Daha sonra onu,“Genç Ülkücüler Teşkilatı” nın üyesi olan Bahattin Dedeşan ve Mustafa Kahraman1969’da şehit edilmesi izlemiştir.Süleyman Özmen ve Yusuf İmamoğlu gibi iman abidelerinin şehadetleri ile de bayraklaşan bir davadır artık.“Kuşların göz bebeğine Hak yol İslam “ yazmanın bedeli peş peşe gelen şehadet haberleri ile müjdeleniyordu.
(devam edecek)

İlhan NEZOR



https://sonehzade.wordpress.com/2015/08/18/kullanilma-hakkimiz-yuce-turk-milletine-aittir-6/

“Kullanılma hakkımız Yüce Türk Milletine aittir…” (6)

Alparslan Türkeş ve arkadaşları tarafından teşkilat ve doktrin yapısı  belirlenen Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi toplumsal ihtiyaçlardan doğan milli ülküler açlığını hissetmiş ve MHP Türk siyasetinde layık olduğu yeri almıştır.Hedefine Nizam-ı Alemikurmayı ,vazifesine de İlahikelimetullahı yaymayı koyan hareket için zorlu süreç başlamıştı.Tarih enkazının ıssıs bir köşesine hapsedilen ve bir gün kendi dirilişineşahit olacak rüzgarı bekleyen yeni nesil akın akın ülkücü harekette yerini alıyordu.Şehadet özlemi ile dimağlar yanıp tutuşuyordu.Ruhi Kılıçkıran‘la başlayan bu efsane diriliş hareketi ardından yüzleri,binleri sürükledi. Ülkücü Hareket’in ilk günden beri mevcut düzenle olan savaşı, devlete hakim olan hainlerin emniyet işkence haneleri, cezaevleri, oligarşik mahkemeler ve dar ağaçları ile durdurulmaya çalışılmıştır.Şurası iyi bilinmelidir ki,mücadelenin asıl gayesini ortaya koyan ve Ülkücü Hareket’in “Milliyetçi Türkiye” ve “Nizam-ı Alem için iktidar olma” kararlılığını sergileyen bu savaşın sembolleri dar ağaçlarında “La ilahe illallah” diyerek Hakk’a yürüyen şehitleridir.

Şehit Mustafa Pehlivanoğlu‘nun Yusufiye zindanlarından anne ve babasına yazdığı ve adeta Ülkücü davanın kurumsal niteliği haline gelen o duygu yüklü mektup sanırım yukarıda anlattıklarımızı teyit eder niteliktedir.

“Sevgili Anneciğim ve Babacığım,

Sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı işlemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah’ın huzuruna çıkacağım. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah’tan bulsunlar. Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır.
Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır. Sizden ricam ağlamayın. Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.
Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması-için ona yardımcı olmasını dilerim.”

(Oğlunuz Mustafa)

Bu seri yazımızı kaleme almamıza vesile olan şey ise makalemizde fotoğrafını paylaştığımız kayıtsız ve lakayt durumdur.Türk-İslam davasını tabutluklarda , zindanlarda yeşertmeyi başaran Alparslan Türkeş’in gelecek yönetici kadrolara kendi yüreğini taşıyamaması olmuştur.Siyaseti bir dava konusu olmaktan çıkarıp bir oyun haline getiren Devlet Bahçeli‘nin Başbuğ‘un huzurunda gayri ciddi bir halde atari (tetris) oynaması bugün oturduğu makamı sorgular hale getirmiştir.Oysa hiç bir dönem Ülkücülerin oyun oynayacak zamanı olmamıştır.Onlar Türkiye üzerinde oynanan oyunları bozmanın sevdalısı idiler.Genel Başkanlığa seçildiği 1997 yılı kurultayında ilk “Eyvahh” çekenlerden biriydim.İşte bu fotoğrafta bunun ispatıdır.Nezaket kurallarından tamamen uzak bir karedir.1980 sonrası dünyayı sarıp sarmalayan popüler kültürün etkisi altında kalan ve sadece mensup olduğu kitleyi kontrol altında tutmakla görevlendirilen bir anlayışın tezahürüdür.Bu nedenledir ki,üst akıl tarafından istişarelerle yönetilme ve ülke gündemini belirleyici hassas konularda ortak karar alma yolu tercih edilmiş , ülkücü referanslar  dikkate alınmamıştır.Üç Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de milliyetçi bir tavır sergiliyemediği,aday gösteremediği gibi iradesini kullanmak isteyen duayenler şiddet gösterilerek el çektirilmiştir.Sadi Somuncuoğlu‘nun başına gelenleri hatırlayalım lütfen.

“Eğer birileri bu kaos ortamında bizi kullanmak istiyorsa bu hakkımız yüce Türk Milletine aittir milletimize canımız feda olsun” diyen bir gençliğin artık kendisini sorgulama zamanı gelmiştir.Ülkücü davasını yaşamalı bilmeli,gelirse iktidara hak ederek gelmeli. Tarihinden aldığı binlerce yıllık birikimi “Lider-teşkilat-dontrin”bağlamında yeniden ele almalı ve Başbuğ‘un gösterdiği “Yeni Ufuklara doğru” yol haritasını belirlemedir….

İlhan NEZOR




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol